Lefkoşa’da, şehrin kalbine yakın bir yerlerde, tarih kadar ağır ağır birikerek bedenleşmiş bir sokaktan geçiyorum. Sarı renk bu ülkenin gizli benliği olabilir mi? Zaman hırpaladıkça aşınan, yer yer kararan duvarlarda uzak ovaları hatırlatan sarı boşluklar var. Kimi evlerde artık yaşayan kimse yok, ama yaşamdan kalan bir şeyler var. Civardan gelen seslerde başka seslere benzemeyen sesler, yoldan geçen tek tük yabancının yüzünde tanıdık bir bakış var. Yine de bütün bunları birbirine bağlayamıyorum. Her bir yüz, her bir farklı dilde yazılan, farklı birer şiir gibi başka bir yere hikayeyi hatırlatıyor. Her birinin de peşinden gitmek istiyorum. Gidemiyorum. Onun yerine bir yerlerden gelen sıcak bir esinti, çoktan ölmüş bir Mevlevi dervişinin nefesi gibi beni ve her şeyi içine alıyor. Bedenim ve evler, sokaklar ve ovalar arasındaki mesafeleri sessizce, yavaşça siliyor. Tamam; ben düşüncesizce yola yuvarlanan bir taş parçası, kimsenin ekmediği, sulamadığı yabani bir ağacım artık. Artık, düşünebilirim.
Meaning sözcüğünün etimolojik kökeni hakkında üzerinde uzlaşıya varılmış kesin bir görüş yok. Oxford’un İngilizce etimoloji sözlüğüne göre kelimenin bilinen en eski kaydı 1300 senesine ait. İlk olarak -bugün de olduğu gibi- ifade edilmek istenen şey anlamında kullanılan sözcüğün aynı zamanda önem, açıklama anlamlarına da gelmesinin ise 17 yy.’da başladığı düşünülüyor. Kelimenin eski İngilizce‘deki “mēnen” sözünden türediğine de, proto- Batı Almanca’daki “menjojanan” türediğine de inananlar var. Hatta Slavca, Galce ve daha pek çok birbiri ile ilişkisiz dilden de. Belki de çağlar boyunca insanların yaptıkları en görkemli ve sefil şeyleri gerekçelendirmek için sığındıkları “meaning”, izahatı olmayan bir şekilde kendi kendini var etmiş, dilde kendine bir yer açmış da olabilir.
Anlam ise, İngiliz anlamdaşına kıyasla daha yalın bir tarihe sahip; muhtemelen masa başında devletin görevlendirdiği bir filolog tarafından tasarlanmış, kuram gibi, söylem gibi bir cumhuriyet dönemi sözcüğü, “yeni Türkçe!” Kelimenin Anadolu’nun bazı kesimlerinde öncül örneklerinin görülebileceğini öne sürenler olsa da, bu örneklerin neler olduğu ve nerelerde rastlanabilecekleri konusunda net bir kayıt belirtmiyorlar. Anlam, “manasız” bir şekilde dilin içinde dolaşıyor, sahipsiz ve şüpheli.
İfadesini bu sözcüklerde bulmadan önce anlamlı şeyler anlamsız şeylerden nasıl ayırt ediliyordu, bilmiyorum. Sadece yörüngesini takip ettiği için batan bir güneş ile uzun bir günün sonunda çekilerek, anlamlı bir geceyi yer açan güneş arasındaki fark nasıl tarif ediliyordu? Bir yüzü, “anlamlı” bir yüzden ayıran neydi? “Bilgeliğimiz duyularla başlar, kavrayışa doğru ilerler ve akılla son bulur. Akıldan ötesi yoktur” diyen Kant’ı doğrulayan bir biçimde, henüz ötesi öngörülemeyen / ötesiz bir bilgelik çağında, her şey duyumsanarak mı yaşanıyordu? Yoksa her şey, ifade edilmeyi bekleyen tüm bu nesneler, duyular ve kavrayışlar, özgür bir akılla ama “akılla” mı düşünüyor, kendi sonlarına mı çağırıyorlardı?
Burada biraz kaçak güreşmeye, anlamı anlatının alanına çağırmaya ihtiyacım var; şiirin sadece dile ait bir şey olduğu fikrini hiçbir zaman benimseyemedim. Belki, sözcükleri ustaca çekip çeviren, sıralayan ve düzenleyen ama bir şey söylemeyen cümlelere olan alerjimden, belki de ortada okunacak ya da işitecek tek bir kelime bile yokken yükselen, varlığı her yana yayılan şiirler duyumsamamdan. Bilmiyorum. Uykusuz saatlerde şehrin ışıklarının, gölgeler ile nasıl yer değiştirdiğini, karanlığın bir satırın altını çizer gibi daha da görünür kıldığı yolların içimde bilmediğim bir yere doğru nasıl uzadığını, dünyanın gözlerini açarak bana nasıl, benim ona baktığım gibi baktığını düşünürken şiiri sadece kitaplarda aramak doğru gelmedi hiç. Kitapları hayatın kuru gürültüsünü, insanların kusurlarını taşımadıkları için her şeyden çok sever, uzak dostlardan gelen uzun mektuplar gibi okurken bile. Ben doğmadan çok önce ölmüş, kafası bozuk bir Rus yazarın “yazar çelişkilerini benimseyen insandır” sözüne sığınarak bunun huzursuzluğunu aşabildim; fakat kitaplardan doğan kitapları ne kadar sevsem de, hiçbir zaman hayattan ve bilinmezlikten doğan kitapları sevdiğim kadar sevemedim.
Kendi okuma deneyimimi, okumanın doğru ve tek biçimi olarak önerecek değilim. O halde bu yazıyı neden yazdım? Belki nesnesini bulamamış anlamlara işaret etmek, belki de işaretlerin yöneldiği anlamları aramak için. Huzurlu, alışıldık ama anlamsız parantezleri kırmak, akıldan önceki zamanlardaki gibi havayı, toprağı ve insanlığı duyumsayarak yaşamak için. Çünkü benim için bir şiirde geçen bir ağaç kelimesinin sadece ağacın anlamını değil, bir yerlerde gerçekten saklı ve onu bulmamı bekleyen bir ağacı temsil ettiği fikri dünyayı yaşanır bir yer kıldı hep. Ve belki biraz da, benim de bir hikayenin içinden geçiyor olma ihtimalim...
Başımı yazdıklarımdan kaldırıp pencereden dışarıya doğru çevirdim; dışarıda Ay, her zamankinden daha büyük, her zamankinden daha parlak, her zamankinden daha bütün. Lefkoşa’nın sokakları Ay’dan gelen ışığın içinde anlamlı ve sessiz. Şehrin insanları biten bir günün sonrasında, düşlerinde başka bir şehrin, başka insanları, uykularının en derin köşesinde anlamlı, mutsuz ve sessiz. Bir tek yaşlı bir ağacın gölgesinde kalan ufak bir toprak parçasında hırpani bir sokak köpeği, sesi gırtlağından değil, karnından gelerek Ay’a doğru hırıldıyor. Hırıltısı bazen kendi yatağından taşarak bir uğultuya, haykırışa dönüşüyor. Karnından başlayıp göğe doğru uzanan siyah bir çizgi boşlukta asılı duran tüm cümlelerin altını teker teker çiziyor.
Ben o köpeğin aklı ile düşünüyorum.
Not: Yazıda kullanılan fotoğraflar yazarın kendi fotoğraf çalışmalarıdır.