Eski bir kapının, eski ahşap bir kapının, eski, ahşap, kilidi kırılmış bir kapının, eski, ahşap, kilidi kırılmış ve çerçevesi aşınmış bir kapının ağzında karşılaşıyoruz. Onun adımı çıkmaya, benimki ise girmeye doğru. Halbuki kapıyı taşıyan duvarın gerisinde bir oda yok. Benim ardımda da geçip geldiğim, çıkılacak bir yer. Orada o kapı ağzında doğdum, büyüdüm. Gene de onunla karşılaşınca beni duraksatan o değil, bir yön olduğu / olabileceği duygusu. Onu duraksatan ne, belirsiz. Siyah, iri gözlerinin içinde soluk, lacivert bir çizgi dolaşıyor. Nereye baktığını takip edemiyor, ama bana baktığı düşüncesiyle ürperiyorum. Aklımdan ‘şimdi bütün şiirimi okuyacak’ diye geçiyor, kırık kilidin içinde çok eskiden dönmüş bir anahtarın sesini işitiyorum.
Oysa ki okuduğu benim şiirim olmayacak. Çünkü benim şiirim bana ait değil. Yıkılamamış bir duvarla ilgili bir şey görecek belki, zamanın içinde ilerleyişlerimin ve geriye çekilişlerimin dansını takip edecek, kalabalık bir kış günü yabancıların yüzlerindeki çizgilerden teker teker toplayıp biriktirdiğim soğuğu, soluğu, sonsuzluğu tanıyacak. Bunların bana ait olmadığını bilecek, ama gene de bana ait bir şeyi almış olmanın duygusuyla kendini suçlu hissedecek.
Bu yüzden onun bakmasını beklemeden ben ona bakıyorum. Benim bakışlarımda dolaşan soluk lacivert bir çizgi yok. Göz bebeklerim bile yerlerinde mi, emin değilim. Daha başka bir şeyle bakmalıyım, bir yolun bittiği yerde başlayan bir başka yolun uysallığıyla. Biraz da o yola saçılan çakıl taşları gibi belki? Buradayım, benden önce kaybolan bir şeyi sürdürmeye geldim. O benim ileriye doğru süzülüşlerimi nasıl ödünç aldıysa ben de onun sokağa çıktığında görüp hesaplaşamadığı parlak neon ışıkları, havalı Chevrolet arabaları, sibernetik kuramı, tarihe gömülen koca atları ödünç alacağım. Bu bizi büyük bir saatin anları, saatleri, günleri ayıran devasa, kalın çizgilerinden özgürleştirecek, büyük zaman eriyip anların içine dağılacak.
Kendimi sonsuzlaşabilmiş anlar kadar sonsuz, neredeyse cisimleşebilmiş anlamlar kadar anlamlı gördüğümü ya da o eşikte karşılaştığım şair kadar şair sandığımı, bunu yapacak kadar kendini bilmez biri olduğumu düşünmeyin lütfen. Aksine, kendi hikayesini bile kendine sığdıramayacak kadar hiçe yakın biriyim. Ama bu bir rüya ve rüyalarda ölçülerin de mantığın da bir işlevi yok. Belki bu yüzden onunla birlikte baktığımız uzak denizde başka şeylerle birlikte kendi yansımamı da belli belirsiz görebilirim. Bu kendimi bir deniz sandığım anlamına gelmez, insanlardan yana yüzümü çevirdiğim anlamına gelir sadece. Uyanınca bunları çoğunluğun paylaştığı mantıkla gerekçelendirmek için şık isimli ağır filozofların metinlerinde eşelenebilirim. Analitik bir düzlemde, duyumsadığım şeylerin lezzetine sırt çevirip sadece aklım ile düşünebilir ama yine de şimdi olduğu gibi bedenimden özgürleşebilirim. Hiçbirini yapmayacağım.
Hiçbirini yapmayacağım. Hiçbirini yapmayacak ve bunların yerine bu yeni düzlemde, bu ne tarihe, ne coğrafyaya, ne akla benzemeyen, ama hepsini de taşıyabilen düzlemde ona bakıp denizi, denize bakıp kendimi görmeye devam edeceğim. Aklın vaatlerine sırt çevireceğim. Bunun beni o diğer düzlemlerin tümünde hiçleştirmesinden gizli bir haz duyacak ve bundan utanmayacağım. Yukarıda, gecenin içinde bir yerde Ay benim tüm arzularımdan özgür, yükselmeye devam edecek. Peki o?
O, belki de şu an İstanbul’un bir köşesinde bir apartman katında orada olduğunu kendi bile unutacak kadar saklıdır. Tarih 1976’dır, votkasına bira eklemeyi düşünüyordur. Tarihin başka bir zamanında, başka bir yerde, mesela bir adada onu rüyasında gören birileri olduğunu belli belirsiz duyumsuyor ama içinden geçip giden ürpertiyi alkolden biliyordur. Oturma odasındaki kitaplığının alt gözündeki çekmede saklı silahını parlatıp tek kişilik bir devrim yapmak üzere kendini sokağa atıp atmamayı tartıyordur. Aklına silahtan daha soğuk, daha öfkeli bir dize geliyor onu kendinden bile sakınmaya çalışıyordur. O silahtan çıkan bir kurşunun fiziki zamanın iki boyutlu varlığını delip geçtiğini, kendisi olmasa da anlamının gelip boğazıma oturduğunu mutlaka ki biliyordur. Beni bilmese bile boğazımdaki yumruyu mutlaka biliyordur.
Birazdan beni uyanmaya çağıracaklar. Beni, küçük hesaplar ve yan anlamların, gösterişin ve bir aradalığın, döviz kurlarının ve TV haberlerinin, özelleştirmenin ve müzakerelerin, kariyer ve statünün, ayak oyunlarının ve yalakalığın, taksitlerin ve devremülklerin renksiz, eksik, anlamsız dünyasına çağıracaklar. Eski bir kapının, eski ahşap bir kapının, eski, ahşap, kilidi kırılmış bir kapının, eski, ahşap, kilidi kırılmış ve çerçevesi aşınmış bir kapının ağzından geçip, boğazımda o yumru ile uyanacağım. O yumruyu geçtiğim her yerde, bedenimde taşıyacağım. Rüya da, bir rüyada o şairle buluşmuş olmamız da işlevsel alçaklıkların sığ dünyasında dağılıp silinecek. Sadece bir yerlere unutulmasın diye yazılmış ve bana kadar gelmiş bir kaç dize kalacak. Kırık dökük bir şarkıdan alınmış gibi duran bir kaç dize;
“...Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır.
Sonbahar geldi hüzün,
Kış geldi kara hüzün.
Ey en akıllı kişisi dünyanın!
Bazan yaz ortasında gündüzün,
Sevgim acıyor,
Kimi sevsem,
Kim beni sevse.”