Edebiyattan anladığım, iyi bir edebiyat okuyucusu olduğumdur. İyi bir edebiyat okuyucusu olmak nedir elbette emin değilim. Ben 8 yaşında bunun kitabın kurgusuna kendini vererek daha çok, daha çok kitap okumak olduğunu ‘hissettim’. Sonraları daha mantıklı bir tanım bulmak istememe rağmen 8 yaşında yaptığım tanım hep aklıma daha çok yattı. 1980lerde, gerçekçi ve toplumsal gerçekçi kültürel üretim hayatımızı kaplamıştı hatırlarsınız. Özellikle Kıbrıs gibi küçük bir adadaysanız ve ‘solcu’ çocuğuysanız evde zaten bu kitaplardan raflar dolusu olması kaçınılmazdır. Toplumsal gerçekçiliğin en tatlı kıyağı, dünyadaki eşitsizliği eşitsizlik var demeden normal normal anlatmasıdır. Velhasıl kelam, Gorki’den Çocukluğum kitabını okuyunca 9 yaşında da olsanız şüpheniz kalmıyor, dünya adil bir yer değil. Eşitsizlik var. Peki bu eşitsizlik kimi, nasıl ‘seçiyor’? Yoksul Rus ve Türk köylülerinden başka, ezilenler kimdir? Ezilenlerin hikayesini ezilenler mi yazar?
Kökler’i TRT’nin 1988 veya 1989 yılında tekrar yayınladığını hatırlayacak yaştayım. Kölelik diye bir sistem olduğunu, bu yayından üç veya dört yıl önce, 5 yaşındayken, babamla birlikte Captain Cook’un Seyahati belgeselini izlerken babam anlatmıştı. Temelde idrak edebildiklerim bu kadardı: Batı’da olmayan, beyaz da olmayan insanlar vardı ve sömürülüyorlardı. Bizi de bazı Batılılar tam beyaz olarak görmüyorlardı ama biz kendimizi beyaz olarak görüyorduk, orada bir karışıklık vardı. Olay bir Batı sorunu olmakla birlikte daha çok bir kaynak sömürme sorunuydu ve imparatorluklar kaynak sömürürdü. Bu kaynaklar ağaç da olabilirdi, pırlanta da, bakır da ve insan da. İnsanları karşılıksız çalıştırmak için ailelerinden çalar, köylerinden toplayıp gemilere bindirir ve Fildişi Sahili’nden Virginia’ya taşırdı. 1989’dan 1992’ye hızlıca sarıyorum filmi. Ohio eyaletinin Atina isimli küçük kasabasında ortaokuldayım. Okulda on tane zenci var. Dört tanesi ile aynı sınıftayım, bir tanesi arkadaşım. Bu yaşadığımız küçük kasaba bir üniversite kasabası olduğu için, çok güzel bir kitapçısı var. Oraya gidiyoruz cumartesi günleri. Orada kitapları karıştırıyorum. Black Women’s Fiction (Zenci Kadın Yazar Romanları) rafına bakıyorum defalarca. Maya Angelou’yu görüyorum, merak edip alıyorum. 12 yaşındayım. Yaşadıklarını okumak bile bana çok ağır geliyor. Bir başka hafta Toni Morrison kitapları görüyorum. Altına kitapevi çalışanları bir not düşmüş: Toni Morrison’ın Ohio’da doğup büyüdüğünü biliyor muydunuz?
Bilmiyordum. 1992’de Wikipedia yoktu, Toni Morrison’ın Nobel almasına bir yıl vardı. Kitaplarının arkasındaki mini biyografiyi okuyarak hikayeyi tamamlamaya çalıştım ama eksik kaldı. Yıllar sonra, dijitalleşmeden topladığım ilk meyvelerden biri, Toni Morrison’un yaşam hikayesini okumak olacaktı. Loraine isimli küçük bir kasabada doğuyor Toni. Annesi ve babası, tıpkı bell hooks’un anne ve babası gibi işçi sınıfından. Babası, ırk ayrımına dayalı yaşamın o zamanlar hala yasal sayıldığı Georgia’da doğmuş ve 15 yaşındayken, iki komşusunun beyazlar tarafından linç edildiğine şahit olmuş. Linç edilip ölmüş bedenleri gördüğünü çocuklarına anlatmıyor, ama çocukları hep bunu biliyor. Birden Kıbrıs’a ışınlanıyor beynim. Kaçımızın annesi, babası, nenesi, dedesi, öldürülen, kuyuya atılan birilerini görmüştür, Türk veya Rum, ama çocuklarına anlatmamıştır. Aynı travmayı onlar da yaşamasın, hayata daha kolay devam etsin diye anlatılmadığı zannedilen örgüler bunlar. Hepimizin bildiği gibi, bu tür travmaların büyükler arasında kapalı kapılar ardında fısır fısır konuşulması, gazetede göze çarpan ufak bir haber derken bu travmaların çocuklardan saklanması imkansızdır. Toni Morrison, korkunç detayları bilmese bile, lincin yaşandığını biliyor. Yine bell hooks gibi, o yoklukta üniversiteye giriyor, Washington D.C.’de ilk defa zenci ve beyazların ayrı oturduğu otobüsler görüyor, çünkü doğduğu yer Ohio’da segregasyon yasak. Virginia Woolf ve William Faulkner’in kitaplarında yabancılaşanların incelenmesi üstüne yazdığı teziyle Ivy League okullarının en snoblarından Cornell Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini alıyor. 1965 yılında New York eyaletinin ücra küçük şehirlerinden Syracuse’da iki çocuğunu tek başına büyütmeye çalışırken Random House’ta kitap editörü olarak çalışıyor ve ilk kitabını bu yıllarda yazmaya başlıyor. Kıdemli editör olarak New York şehrine taşındığında, bu titre sahip olan ilk zenci oluyor. Angela Davis ve Wole Soyinka gibi sanatçıları Random House bünyesine katarak kitapçılarda yukarıda bahsettiğim Zenci Yazarların Eserleri bölümünün açılmasını sağlıyor aslına. Zenci yazarları ana akımla o buluşturuyor.
Yazdığı kitaplar ağır. Ciddi ağır. The Bluest Eye kitabını karıştırırken, daha çok sevilmek, kabul görmek, daha iyi davranılmak için gözlerinin mavi olmasını isteyen çocuğu tanıdık buldum. Kendimden değil, çok esmer bir arkadaşımın annesi sürekli sarışın ve mavi gözlü insanları güzel bulduğundan o arkadaşım 4 yaşındayken aynaya bakarak ‘ben sarışın ve mavi gözlüyüm’ dediğinden. Kitap kurşun gibi. İçinde beyaz olursa hayatının kolaylaşacağını anlayan küçük bir çocuk olduğundan değil sadece, şiddet, çocuk istismarı ve ensest gibi sorunları ırkçılık ve ırkçılığa rağmen var olmaya çalışan bir toplumdan ama daha önemlisi beyazlardan ayırmadığından. 1970 yılında ilk yayınlandığında elbette bazı beyaz örgütler kitabın fazla şiddet içerdiğini iddia ederek kitabı yasaklattırmaya çalışmış. Çeşitli kitapların hala veya yeniden bazı eyaletlerde yasaklı olduğunu düşünürsek, Amerikan rüyası tüm teknolojik gelişmeye rağmen hala tırt.
Zenci edebiyatı ve kültürel üretiminin geçtiği belli yerler vardır: pamuk veya tütün tarlası, köleliğin yasal olduğu güney eyaletlerinde bazı evler veya metropollerde zenci gettoları. Fame’den the The Wire’a, Missy Elliott şarkılarından ve Django Unchained’e uzanan sanat eserlerinde, bunlar gözümüzün önüne serilmiştir. Aretha Franklin, Miles Davis, ve Tupac, ya Mason-Dixon çizgisinin kuzeyinde ailelerde doğmuş, ya da ataları o korkunç pamuk tarlalarından zamanında kaçabildiği için kendilerini kuzeyde gettolarda bulmuşlardır. Kısaca, pamuk tarlası ve metropol dışındaki yerlerdeki, mesela orta batı kırsalındaki zenci hikayeleri aslında anlatılmaz. Orta batıdan hep güçsüz bırakılmış, yoksul ve çaresiz beyaz hikayeleri çıkar. Toni Morrison bu denklemi bozuyor. Hikayeler orta batının küçük kasabalarında geçiyor, bilmediğimiz yaşamların detaylarını okuyuculara aktarabilmesi bakımından, fevkalade bir seçim:
‘İlgilendiğim şey, ‘bakış’ olmadan yazmak, beyaz bakış olmadan’
Ezilenin hikayesini ezilen yazıyor. Sula, Book of Solomon, ve Beloved, büyülü gerçeklik, gerçeklik, muazzam insanlık hali gözlemleri, ve zenci olarak yaşamanın deneyimini bize, film gibi yaşatır. Birinin Toni Morrison kitaplarını alıp filme uyarlamasına gerek yoktur, çünkü ses betimlemeleri bile size 200 kağıt sayfada öyle bir yetenekle aktarılmıştır ki, neden sinemaya gidesiniz. Kendi beyanı: Kitaplarımda insanlara ne olduğu fark etmez ölseler bile, en sonunda hep bir şey öğrendiler. Kendisi söyleyene kadar kitaplarına hiç bu gözle bakmayı akıl edemediğim için biraz ahmak hissediyorum. İyi bir edebiyat okuyucusu olma tanımına bunu da eklemem gerekiyor.
1989’da Princeton’a profesör oluyor. Yine, zencilerin hala görünmez olduğu, beyaz fabrikatör ailelerin oğullarını eğiterek başlamış; dünyanın dört bir yanından liderlerin, onların yaverlerinin, toprak ağalarının ve iş insanlarının çocuklarının gittiği bir okulda orta yaşlı zenci bir kadın profesör olmak kim bilir nasıldır. Burada aklımıza bell hooks’un gelmesi normal. Bir keresinde bir röportajda Maya Angelou’ya ‘uzun boylu bir kadın olmak olmak nasıl bir his?’ diye sorulduğunu hatırlıyorum. ‘Zenci olmak gibi, saklayamazsın’ diyor. Princeton’da işçi sınıfından bir zenci profesör olmak nasıldır bilemiyorum ama tahminim: saklayamazsın. Acaba ondan ders almak nasıldır diye düşünürken, kendisi the New York Times röportajında biraz anlatmış:
‘Öğrencilerime hep diyorum ki… küçük hayatlarınızla ilgilenmiyorum…biliyorum size hep bildiğiniz konularda yazın dediler. Ancak bilmediğiniz konuları yazın, zaten bir şey bilmiyorsunuz. Teksas’ta garson olarak çalışan bir Meksikalıyı yazın mesela dedim. Yazdılar, ve muheşem oldu!’
Yakında üniversitem açılacak. On beşinci kez, 111 kodlu dersi alan öğrencilerin önünde durup, onlara neden okulda olduklarını açıklamam gerekecek. Her sene kendime göre bir şekil anlatıyorum, veya anlattığımı sanıyorum. Bu sene kendime ve öğrencilere iltimas geçeceğim ve Toni Morrison’u tekrarlayacağım: ‘Mutluluk, mutluluğun bununla ne ilgisi var…Öğrencilerime derim ki mutluluğa talim etmeyin… hayatta iyi hissetmekten daha önemli şeyler var… mesela bilgi edinme yolculuğu ve bilgeliğe ulaşmayı umut etmek’