Ölüme yönelmiş varlıklar olarak anlamı ancak zamansallığımız içinde kurduğumuz ilişkilerde bulabilir, yaratabiliriz. Bir öze değil, belli bir tarihselliğe ait varlıklarız. İnsan bir kurgudur. Tarihsellik içerisinde oluş süreçleri vardır.
Bir geçmişe, şimdiye ve bir dizi olasılığa sahip varlıklarız. Zaman dediğimiz akış da bu üçlünün, yani geçmişin, şimdinin ve geleceğin birliğinde anlaşılmalı.
Bu Heidegger’in deyişiyle zamansallıktır. Kişinin kendisini içerisinde oluşturduğu zamansallık. Bu zamansallık içinde ölüme doğru hareket halindeyiz. Ama aynı zamanda ölüme doğru hareket içerisinde yüzümüz yaşama dönük haldedir. Bu gerilim boyunca ise kaygı, varoluş yolculuğumuza eşlik ediyor. İnsan kaygılı bir kurgudur. Tam da bundan dolayı kişi deneyimlerinin ve kararlarının sorumluluğunu alabilen, yaşamını ve ilişkiselliğini etkin bir kavrayış ile anlamaya çabalayan varlıktır. Burada bir tamtakırlık, bütünlük veya mükemmel uyum söz konusu değildir. Tersine sürekli olarak bu çaba boyunca açılan gedik, eksiklik ve uyumsuzluklar, çelişkiler içerisinde kaybolup dağılan, dağılıp yeniden kaynaşan bir eksiklik hikayesidir insan oluşun hikayesi.
Ölüme yönelmiş varlığımız, kendi zamansallığımızla ilişki içinde oluşa gelir. Ölüm bir zorunluluktur fakat ölüme yönelmiş varlığımız kendi zamansallığında bir ilişkisellik ve devinimdir.
Bu dünyaya fırlatılmışsak eğer, bu fırlatılmışlığı ancak etkin bir kavrayış ve zamansallıkla girdiğimiz ilişki ile dönüştürebilir, anlamlaştırabiliriz. Kişi hayata seyirci veya onu temaşa eden değil, ona katılan, sorumluluk alan, dönüşen, dönüştüren ve bir yaşama etiği geliştiren oluştur. Kişi, ölümle nihayete eren kaygı yüklü oluştur / olmaklıktır. Yaşantının içinde değişebilmeyi ve değişebilme cesaretini gösteren kişi, yaşamla da canlı bağlar kurabilen kişidir. Değişebilmeyi istemek, değişebilme ihtiyacının idrakine varmak için önce kişi içinde bulunduğu konumun, yerinin ve her günlük deneyimiyle kurduğu ilişkiyi gözden geçirmeli. Buraya bakmalı. Han’ın ifade ettiği gibi “Aşina kavrayış ufkunun çöküşü, kaygıyı meydana getirir.”* Bu Heidegger için evin çöküşü, yuvanın ortadan kalkmasıdır. Aşina olanın yitimi veya aşina varlığını korumasına rağmen anlamını ve değerini yitirmesiyle açılan eksiklik gediğinden sızan kaygı, yaşamla yeni bağlar kurma, azı bağları dönüştürme bazı bağları koparma ihtiyacını getirir.
***
Varoluşun zamansallığı içerisinde soru sormadan, eylemlerini sorunsallaştırmadan, yaşamını eleştirel bir akıl ile kavrama çabasında bulunmadan kendisini akışa bırakan kişi, kendisini kendi hakikatinden de mahrum bırakır, yabancılaşır. Ops! Kişinin bir hakikati var mıdır?
Çoğu insan kendi deneyimlerinin sorumluluğundan kaçmak ve eylemlerinin, kararlarının yükünü sırtlamamak için kendisine sorular sormaz. Varoluşunu sorunsallaştırmaz. Bunun yerine kendisine -adına bahanelere de sığınmak diyebileceğimiz ama bundan çok öte olan- çeşit çeşit menkıbeler anlatır, kendi yazdığı kişisel resmi tarihine körü körüne tapar. Çünkü böylesi çok daha kolaydır. Bir konfor alanıdır. Ortada baş edilecek bir kriz, yüzleşilecek bir öz deneyim veya sorumluluğun ağırlığı yoktur. Orada kendisini sorgusuz bir yaşama bırakan kişinin arzusundan eksilen yaşamı vardır.
Halbuki kişi, ancak kendi yazdığı ve inandığı resmi tarihi ile eleştirel bir yüzleşme sürecine girerek değişim ve özgürleşme potansiyellerini çoğaltabilir. Böyle bir yüzleşme deneyimini göze alamayan, bunun yerine kendi çıkmazlarından kaçarak kişisel resmi anlatıların gölgelerinde yaşayan kişiler hep bir huzursuzluk ve acizlik halini beslerler. Bir nevi kendi geçmişlerini, kendi tutsaklıklarında hapsederler.
Burada iki yönlü bir esaret vardır. Kişi menkıbelerle bastırdığı ve yüzleşilmeyi bekleyen geçmişinin salgıladığı kötü duygulanımların esareti altındadır. Öte yandan bu ilişkiselliği ters çevirecek olursak, derinlere bastırılan geçmiş de aynı şekilde kişinin felç edici duygulanımlarının esareti altındadır.
Yani bir yandan bastırılan geçmişin kötü kokuları kişiye dadanırken, diğer yandan kişinin kendisi de geçmişinin üzerinde kanser edici tümör gibi yatmaktadır. Bu günün sonunda bir çeşit decadence’a yani çürümeye yol açar. Eleştirel akıl etkin olmaktan çıkıp kötücül, varlığı güçten ve potansiyelinden düşüren aşırı duygulanımların tahakkümü altındadır.
***
Nefret veya hınç gibi… Birinden nefret eden kişi, kendi konumuna kör kesilir. Kaldı ki kişi nefret ederken aynı zamanda nefret tarafından, nefret ile girdiği ilişkisellik içinde yeniden kurulur. Nefret, kişiyi özneleştirir. Siz nefret ettiğinizi ve bunu kontrol ettiğinizi sanırsınız. Halbuki nefret sizi şekillendiren, felç eden, yöneten ve güçten düşüren kurucu bir güce dönüşür. Nefret ilkin dilimizde türer, türerken de benliğimize sirayet eder. Nefret, hınç gibi kötü duygulanımlarla baş edemeyen kişi, kişisel resmi tarihine sığınır. Yüzleşmekten kaçınır. Kendi varoluşunun sorumluluğunu da alamaz. Bunun yerine hep çeşit çeşit ötekiler arayarak, sakatlanmışlığının bedelini bu ötekilerin üzerine atar veya oralarda arar. Kendisini, ötekinin yadsınmasında kurmaya çalışan kişi özgürleşmekten kaçan ve kendisine yeni kutsallar arayan kişidir. Ötekiyle kurduğumuz ilişki ilkin kendimizle de kurduğumuz ilişkiyle ilgili bir şeyler söyler.
***
Tam da ölüme yönelmiş olduğumuzdan ve varoluş ancak ölümle tamamlanacağından dolayı, eksik varlıklar olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Antik Yunan filozoflarının “Kendini bil” çağrısından çıkartacağımız en önemli sonu belki de budur. Varoluşun eksikliğini ve tarihselliğini kavradığımız an kişinin kendisiyle, geçmişiyle ve ilişkiselliğiyle yüzleşme süreçlerine daha kolay girişebileceğini de görürüz. Kişi ancak geçmişi ve deneyimleriyle eleştirel bir ilişki kurabildiği oranda geleceğe yönelik olmaklık potansiyellerini de geliştirebilir, yönetebilir. Bu tam da varoluşun sorumluluğunu alabilmekle sıkı sıkıya bağlı bir süreçtir. Kendi resmi tarihimizin tahakkümünden kurtularak, bu tahakkümün bastırdığı geçmişimizle yeni ilişki denemelerinde bulunmak… İnsan elbet bir kurgudur, ama bu kurgu kişinin kendi kendisiyle savaşı boyunca yarattığı anlam, değer ve izleklerden bağımsız değildir.
Hayatımızdaki en sarsıcı sorulardan biri belki de bir arzu nesnesi olarak değişime ve değişimin aynı zamanda bir bilgi sorunu olmasına dayanır. Ne olmak, ne haline gelmek istemek istediğimizi bilmek veya tersi, ne olmamak istediğimizi bilmemek ama bir şey istediğimizi bilmektir.* Değişim meselesi de bir sonraki yazının konusu olsun…
*Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak - Ketebe Yayınları
**Adam Phillips, Değişmeyi İstemek Üzerine - Ayrıntı
Not: Okuduğunuz yazı ilk olarak 22.11.22 tarihinde "Kişi Nasıl Olur?" başlığıyla yazarın kişisel sayfası İstisna Hali'nde yayımlanmıştır.