Baf'taydık. 7, 8 yaşlarındaydım. Dedem ekmekçiydi, fırını vardı. 60'lı yılların sonları ya da 70'li yılların başları olmalı. Fırın hengameli bir yerdi. Buradan, pazartesinden cumaya kadar günde birkaç fırın iki bakırlık esmer ekmek, yarım şilinlik Avusturalya'dan gelme pamuk beyazı undan mamül beyaz ekmek (francala); şimdi fiyatlarını anımsamadığım tahinli bitta (şekerli tahinli yuvarlak Kıbrıs pidesi), gulluri (çörek, Kıbrıs simidi) ve bize özgü zeytinli ile hellimli çıkardı.
Cumartesi ve pazar günleri ekmek,çörek işi yapılmazdı. Evlerin çoğunda bugün olduğu gibi fırın olmadığından, cumartesileri Kıbrıs’a özgü kremalı makarına (makarna); pazarları ise fırın kebabı (et veya tavuk, patates) günüydü. Ev hanımları gününe göre tepsilerini hazırlar, eşleriyle ya da çocuklarıyla bunları fırına gönderirdi. Bir süre sonra bunları geri almaya gelenler dedemi unutmaz, fırın kapağının hemen yanında beklettiği tepsiye (gerçekte tepsilere olmalıydı) birer porsiyon "fırıncıya göz hakkı" bırakırdı. Fırın, 50-60 (aklımda öyle kaldı, belki daha az, belki daha çok) tepsi aldığından, dedemin tepsisi (tepsileri) dolar taşardı. Kimi günler de dedemin müşterileri fıstıkçılar olurdu. Durum değişmez, yine "fırıncının göz hakkı" nedeniyle tepsisi (tepsileri) bu kez fıstıkla tepeleme dolardı...
Bu tepsi tepsi, "fırıncının göz hakkı" tepelerini eritmek mümkün değildi. Dağıt dağıt (yakın akrabalara) bitmezdi. Çöpe atmak da olmazdı, günahtı. O günlerde yerde bulduğumuz bir parça ekmeği, nimet diyerek öper anlımıza koyar; üzerine basılmayacak bir yere koyardık. Bize böyle öğretilmişti.
Fırının, birkaç meczuptan ve haftanın yedi gecesi içki sofrası kuran dedeme zaman zaman içki arkadaşlığı eden birkaç alkolikten oluşan akşam (özellikle hafta sonları) müdavimleri vardı. Hafta sonu gelip hava iyice kararıp, insanlar dinlenmek ve uyku için evlerine çekilince (o günlerde çok yaşlılar en geç öğleden sonra saat 6'da orta yaşlılar ve çocuklar yine en geç 8'de; gençler ise biraz daha geç saatlerde uykuya teslim olurdu), bunlar bir bir fırına düşer, hem dedemle içki sofrasını paylaşır hem de "fırıncının göz hakkından"paylarına düşeni alırdı. Bunlardan en esaslı olanı "British"di. Bu lakabı ona ben takmıştım ancak bunu kimseyle paylaşmamıştım. Onu böyle anan sadece bendim. Elbette ki bir adı ve Kıbrıslı olduğundan kaçınılmaz olarak yerleşik bir lakabı (o günlerde herkesin) vardı ancak kimi nedenlerden dolayı bunları burada dillendirmek istemiyorum... Babam 50'lerin sonundan başlayarak British Citizen'di ve arkadaşları zaman zaman, "Hüseyin British'tir, arkası sağlamdır derlerdi". British'i buradan almıştım.
Neden mi British? Adam, II. DünyaSavaşı sırasında 20'li yaşlarının başında idi ve Kıbrıs Alayı'na katılmıştı. Burada 40'ların başlarından söz ediyoruz. O tarihten başlayarak ölene kadar (olasılıkla 74-80 arası, belki biraz önce belki biraz sonra...) Birleşik Krallık Ordusu üniformasını sırtından çıkarmamıştı. Yaz kış aynı üniformayı giyer (kışlıktı, çok kalın yünlü kumaştandı ve palto da buna dahildi), yünden örülmüş hâkî bir bere takar, altı sıra sıra küt çiviyle sağlamlaştırılmış botlarını ayağına çekerdi... Neredeyse 30 yıldan fazla üniformasını sırtından çıkarmamıştı ve yalnız da değildi. Bunu yapan çok sayıda Kıbrıs Alayı gazisi vardı. Bunu fakirlikten yapmıyorlardı. Nedenini kesin bildiğimi söyleyemem ama sanki bunu katıldıkları Birleşik Krallık Ordusu'na duydukları aşktan yapıyorlardı. Rumların arasında da çok sayıda benzerleri vardı. O yıllarda yazılı kültür ürünü verme özürlü olduğumuzdan (değiştik mi emin değilim), bunların anıları hemen hemen hiç (Fikret Demirağ sadece birinin...) derlenmemiştir. Bu nedenle neden böyle davrandıkları hakkında kesin ve sağlıklı bir bilgiye sahip değiliz.
British'in yüzü buruş buruştu. Derisi kayış gibi kalınlaşmış, derin derin çizgilerle doluydu. Sigara ve alkol resmen onu silip süpürmüş; neredeyse sıfırlamıştı. Nefes almakta zorlanıyordu. Filitresiz sigara tiryakisiydi (John Special Players) ve fena halde alkolikti, konyakçıydı (Anglia). Sürekli sarhoştu. Sesi çatallanıyordu, elleri kesiklerle doluydu. Dişlerinin çoğu dökülmüş, geriye kalanlar da çürüktü. Fark ettiğimce, ondaki fiziki ve mental çöküş, son dünya savaşından adaya geri dönmeyi başarmış askerler arasında oldukça yaygındı. Bunlardan biri de babam tarafından dedemdi, onda da ve onunla birlikte Kıbrıs Alayı'na katılmış diğer kardeşlerinde de benzer arazlar vardı...
British, fırının sadece gece müdavimlerinden değildi. Diğer hafta sonu gece müdavimlerinden farklı olarak fırına gündüzleri de gelirdi. Dedem ona diğerlerinden daha farklı; daha cömert davranırdı. Besbelli ki bir geçmişleri vardı. Fırına her gelişinde onu boş bırakmaz, bir poşete doldurduğu fırın ürünlerini ve birkaç paket sigarayı (dedem de onun içtiğinden...) eline tutuştururdu. Ve bir de 10 şilinlik banknot (olasılıkla Anglia parası) ... Bunlar olurken, her ikisi de etrafta başka kimsenin olmamasına dikkat ederdi. Beni pek dikkate almazlardı, ne de olmasa dedemin ilk torunuydum ve ağzım sıkıydı.
Yanlış anımsamıyorsam tek göz bir barakada yaşıyordu. Çocukları ellerinde oyuncak tabancalarıyla ya da tüfekleriyle gördüğü zaman adeta kendinden geçiyor, coşuyor, çoktan geride kalmış Kraliyet Ordusu'ndaki günlerine geri dönüyordu. Ordudaki statüsünü bilmiyorum, üniformasında rütbe yoktu ve yerleşik lakabı da rütbeler dengelmiyordu, olasılıkla sadece bir erdi. Böyle zamanlarda yanımıza gelir, bizi toparlar, sıraya sokar; son derece ciddi bir edayla yanaşık düzen eğitimi yaptırırdı. "LEFT, RIGHT" ve "DOWN, UP" emirleri havada uçuşurdu. Yanaşık düzen eğitiminden sonra bizi iki guruba ayırır, belli noktalara yerleştirir, ardından da "ATTACK" talimatı vererek savaşmamızı isterdi. Galeyana gelen bizler birbirimizi vurmaya çalışırken o da bir köşeye çökerek, çocuklar gibi dakikalarca ağlardı.
Olup biteni fark eden komşu kadınlar yanına gider, onu teskin etmeye çalışır, bizi oradan uzaklaştırırlardı. Bu durumu birkaç kere yaşamış ve her seferinde kötü olmuştum. Bu acıklı halini görmek beni bezdirmiş, savaş oyunundan soğutmuştu. Bu nedenle savaş oyunu oynayan çocuklara katılmayı bırakmış, mücahitleri özenerek, marangoz bir abimize yaptırdığım onların taşıdığı stenlerin (yıllar sonra gerçekleştirdiğim KÜLTÜRKIRIM sergilerimin her ikisinde de bu makineli tabanca yer aldı) benzeri silahımı kaldırıp atmıştım. 7, 8 yaşlarında bir çocuk olarak, özendiğimiz askerlerden birinin savaş tarafından ne hale getirildiğine tanık olmak beni sarsmıştı. Adam resmen bitikti, durumu yürekler acısıydı. Son büyük savaşın artığıydı; sefildi, perişandı. O zamanlar psikolojik destek almak diye bir şey yoktu. Üstelik yıllar sonra farkına vardığım gibi katıldığı savaşın kendiyle uzaktan yakından en ufak bir ilişkisi dahi yoktu. Kendine ait olmayan bir savaşın çarkları arasında öğütülmüş, içi boşaltılmış; mahvedilmişti. Durumu nedeniyle, Birleşik Krallık'tan herhangi bir tazminat ya da maddi yardım aldığını da sanmıyorum. Birleşik Krallık için savaşan Büyük Britanyalıların Krallık'tan gerektiğince tıbbi ve maddi yardım aldıklarını sonradan öğrenmiştim. Hem onore edilmiş hem de her açıdan devletlerince desteklenmişlerdi. Öte yandan, aynı hizmeti vermiş "overseas askereskilerini" pek arayan, soran olmamıştı; resmen kaderlerine terkedilmişlerdi. Kim bilir onun durumunda daha kaçı vardı.
Hikayesi nasıl sonlandı bilmiyorum. Varsa belki yakınlarının yanına sığınmış ya da “fakirhaneye” (benzerlerine olduğunca) düşmüştü. Tek bildiğim British'in şahit olduğum hallerinin içime fena halde işlediği, geçen yıllar boyunca canımı yaktığıdır. O günlerin üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen onu unutmadım, belleğime kazınan yüzü beni sık sık ziyaret etti, acıklı halleri gözümün önünden hiç gitmedi, sık sık onu düşündüm ve sayesinde su katılmamış bir savaş karşıtı ve anti emperyalist oldum. Kıbrıslı olmanın anlamına da onun trajedisi sayesinde vardım.
Teşekkürler British...
Not: Yazıda yer alan tüm görseller yazarın 2013 tarihli “kültürkırım” başlıklı sergisinden alınmıştır.