Hasan Yıkıcı
Serbest Düşüş
EMAILINstagram

Çağlayan Bir Sessizlik

Soluk bir sessizlik çizgisi boyunca susuyorum. İçimdeki sesler gürültüye dönüşüyor, tüm gürültülerimi susuyorum… Ne zaman, nereden birikti bu kadar gürültü. Bu acılar girdabından ne alabilirim kendime, kendimden geriye ne kalacak, nereden bilebilirim? 

Çağlayan bir sessizlik oluyorum. Bir bankta, kendi başıma, önümden geçen trajedileri izliyorum. Çocuk cıvıltıları sessizliğime karışıyor. 

Titreyen dudaklarımın arasından solgun sessizlikler yayılıyor. Konuşamıyorum, içim içimi yerken… İçimi oyarken, deşerken bana ait olmayan duvarların soğukluğu. Mıhlanıp kalıyorum kendi çaresizliğimin köküne. Tüm çaresizliklerimi üzerime kusuyorum. Kendi kusmuğumda boğuluyorum. 

***

(Kimseler yokken büyük altüst oluşlar örgütlüyorduk kendi küçük oluşlarımız içinde. 

Saatlerce okyanus kenarında yürüyorduk, -düşlerimizin, hayallerimizin, ütopyalarımızın, uzanabildiğimiz, uzanıp da dokunamadığımız ufukların okyanusu boyunca- Kendime susuşlarımdan mezarlar kazıyorum şimdi…)

*** 

Kimseler yokken büyük altüst oluşlar örgütlüyorduk kendi küçük oluşlarımız içinde. 

Tutunamıyorduk. En çok da kendimize. Hep bir dalda sabit kalınca, öyle çürüyecekmiş gibi, kokuşacakmış gibi, ruhunu kaybedecekmiş gibi hissediyorduk. Nitekim öyle de oluyordu. Zaman paslanırken, biz su olmak istiyorduk. Zamanın pası, aktığımız suya bulaştı. Suyun bir kalbi var mıdır? Hangi kıyıya vurup dağıldı kalbin?  

*** 

(Bundandır meskenimiz hep yollar oldu. Durakları sevdik, ama durmak için değil, uğrayıp geçmek için. Oturup yerleşecek bir yer, kalıp kökleşecek bir ev aramadık hiç. Uğrayıp nefes alacak, yoluna yol katacak, ölümünü erteleyecek uğraklar aradık durduk. Tüm dostlarımız yerleşirken, biz yersiz bir oluşu seçtik. Seçimlerimizin bedelini sırtladık, anlamlar ve anılar hattında, tutunduğumuz tüm dalları bırakıp boşluğa karıştık…)  

***

Kimseler yokken büyük altüst oluşlar örgütlüyorduk kendi küçük oluşlarımız içinde. 

Vazgeçerek çoğaltıyorduk hayatta kalma potansiyelimizi. Bir cümlenin içine sıkışıp kalmıyor, bir sıfatın yüklediği anlamları kucaklamıyor, bir fanusta düşlerimizi tutsak etmiyor ve sırtımızdan atıyorduk irili ufaklı tüm devletlerin ağırlığını. Anlamlar ve normlar ablukasında kendimize bir yer değil, kalbimizin atışı boyunca yollar açıyorduk. Açtığımız yollar boyunca gülümsedik, bulutlara tutunuşumuzda da, suskunluk mezarlarına düşüşümüzde de yaşamak gibi bir kalp atışı vardı. 

***

Abartılı ve güvenceli konfor alanlarında, kalbini sahip olduklarının kafesine hapseden, günün sonunda bir kalbi olduğunu bile unutan; sevmekten korkan, yaşamaya cesaret edemeyen, dört duvar arası homurtulu varoluşlar dünyasında bir yerimiz yoktu. 

Kurgu dünyalarda, ateşi sönmüş, bezgin bakışlı yaşamların mutsuzluk çemberlerinin bir halkası olmadık. 

Varoluşumuzun ve yollarımızın imkansızlığı boyunca bir trajedi olduk da, ateşi sönmüş bir yaşamın aldatıcı halkası olmadık. Su da olduk, ateşin izini de sürdük. Ne su akışlarından, ne de kalbimizdeki ateşten vazgeçtik. Dağıldık, yaralandık, öldük ama suyu kurutmadık, ateşi söndürmedik!

*** 

(Yaralarımızla, yaralanmışlığımızla kalıyorduk. Geri dönüşü olmayan bir yaralanmışlık. Bir susuşu paylaştığımız okyanus kenarında… -düşlerimizin, hayallerimizin, ütopyalarımızın, uzanabildiğimiz, uzanıp da dokunamadığımız ufukların okyanusu boyunca, kendi trajedimiz boyunca…- En çok da bir parkta, bir bankta nefesimiz çocuk cıvıltılarına karışırken…)

*** 

Sessizleşiyor, içine çekiliyor ve hafif hafif yayılan karanlığa karışıyordu. Gün batarken o da içine doğru çöküyordu. Dalga dalga benliğinin kapılarını aşındırıyordu. Olduğu yerde kaybolmak, ne bir kelime ile ne de bir çift bakış ile rastlaşmak istiyordu. Gün batımının sessizliğini, içindeki gürültüyle değişmek istiyordu. İçindeki gürültü içini deşiyordu. Öyle birden değil… Yavaş yavaş, uzun uzun… Acının da bir ritmi var. 

*** 

(Gecenin karanlığında, bir yıldızın bile ışıltısından kaçınmak ve sokak lambalarını devirmek istiyordu, tek tek. Zamana inanışların ve burada gelişen şeylerin trajedisinden kalbini çekip kurtarmak istemiyordu. Kalbi gelişecekti halbuki… Dağılıp parçalanırken nasıl gelişecekti? Zamanın bir trajedi olduğunu öğreniyordu. Zaman sendin. Şahane bir felaket geçiyor kalbimin içinden.)

***

Kalbim bir girdabın dipsizliğinde, bir duvarın soğukluğunda, bir döngünün kısırlığında ezim ezim parçalanıyordu… Kalbini bırakışları, kendini yutan bir cehenneme dönüşüyordu… Acılar dehlizini cennetten bir bahçe sanmıştım.

*** 

(Gündüz düşleri gecenin loşluğuyla yer değişiyordu, dokunamadığı; 

uzaktan bir müzik sesi geliyordu, seçemediği; 

yakınlardan bir koku, sinemediği; 

karşısından bir bakış, yerleşemediği;  

gözlerimde zamana inanışlarımın pası, akamadığı…

ve o yine uçurumdan aşağıya bakmaya devam ediyordu 

uçurum da ona bakmaya

ve hep görmezden geliyordu, 

uçurumun kendisi olduğunu)

***

Çağlayan bir sessizlik…

Tüm sessizlikleri yutan.

 

Sessizliğimin kıyıları boyunca okyanusa bakıyorum, -düşlerimizin, hayallerimizin, ütopyalarımızın, uzanabildiğimiz, uzanıp da dokunamadığımız ufukların okyanusu boyunca- ufuk çizgisine bakıyorum. Bir bankta sıkışıp kalmak istiyorum, bir puzzle da sıkışıp kalırken. Kendi çaresizliğimin ürküntüsünde, yaşayıp gidişlerin, gidip yaşayışların izlencesinde, kanıyorum. Birazdan bir saat çalacak. Beni yine bir yere çağıracak. Beni çağıran yerler yaşayamadığım yerler, ölemediğim yerler… Bir eşikte, tekinsiz bir çıkmazda, bırakıldığım boşlukta, yitip giden zamanda… Hiçliğimin uğultusunda!

Gözlerine bakarken, bir şey “tak” dedi, bir yaranın içine fırlatıldım, kanıyorum!

Şahane bir felaket geçiyor kalbimin içinden, çağlayan sessizliğinde. 

Not: Metinde kullanılan görseller yazarın kendi fotoğraf çalışmalarıdır.

Yeni sayımızdan haberdar olmak için kaydolun.
Thank you! Your submission has been received!
Oops! Something went wrong while submitting the form.

YAZILAR

03-Eylül '23

03-Eylül '23

03-Eylül '23