Güney Afrika asıllı İngiliz Futbol eleştirmeni Simon Kuper, 1994 yılında yayınladığı ‘Football Against the Enemy’ kitabında, yazının başlığındaki o meşhur cümleyi kullandığında bu ifadenin yıllar sonra bile bu kadar tekrar edileceğini öngörmüş müydü bilemeyiz ama bu ifade yıllardır geçerliliğini yitirmemiş gibi duruyor. Bunun sebebi ise futbolun tarih boyunca asla sadece bir oyun olarak kalmaması. Futbol topu yeri geldiğinde Brezilya’nın ülke sembolü olarak bayrağında yer almış, yeri geldiğinde ise Romanya’da olduğu gibi ülke içinde farklı siyasi grupların güç savaşlarına zemin olmuştur. İspanya’ya baktığımızda Diktatör Franco rejimine karşı Katalanların direnişinin sembolü, İngiltere’de ise farklı sınıfsal kimliklerin temsil edildiği bir alan olmuştur.
Sloganı ‘Mesque un club’ yani ‘ Bir kulüpten daha fazlası’ olan FC Barcelona ise ‘Katalan halkının bir futbol takımı suretinde epik yükselişi’ olarak tanımlanmıştır. Bu cümledeki vurgu ise kendi ulus devletini kurmayı başaramayan bir millet olan Katalanların, bir spor kulübünün başarılarını kendi milletinin yükselişi olarak görmesiyle alakalı. Bu yüzden Barcelona’nın zaferleri de hüsranları da Katalan halkı tarafından yoğun duygular içinde yaşanıyor. Kurulduğu günden bu yana Katalonya’nın kültürel ve siyasi özerkliğinin sıkı bir savunucusu olan kulüp, zaman içerisinde bu yöndeki eylemlerde de yer almıştır. 1939 yılında Katalonya’nın iç savaşı kaybetmesi ve Franco diktatörlüğünün kurulması sonrası Katalan ruhunun yansıtılmasının adresi haline gelir.
Özellikle merkezi iktidarın gücü olarak görülen Real Madrid takımı ile oynanan maçlar bu duyguların zirve yaptığı etkinlikler olur. Bunun sebebi ise Real Madrid’in Avrupa maçlarında elde ettiği başarıların Franco rejimi tarafından öne çıkarılması ve Real Madrid’in bir nevi ‘özel elçi’ statüsüne sahip olması. Real Madrid’in Franco iktidarının takımı olarak tanımlamak pek doğru olmasa da Katalanların gözünde bugün bile merkezin gücünü ve iktidarını simgelediğini söylemek mümkün. Biraz şaka biraz da ciddi bir bağlamda İspanya’nın demokratikleşmesinin Aralık 1973 de Franco rejiminin ikinci adamı olan Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle değil, Şubat 1974’te Barcelona’nın Real Madrid karşısında Madrid’de aldığı 5-0 ‘lık galibiyetle başladığı iddia edilir.
Bu futbol-siyaset ilişkisinde bahsedilmesi gereken bir isim de Adolf Hitler. Milyonlarca masum insanın ölümüne sebep olan ırkçı diktatör saplantılarından ötürü siyasi alanın dışında da kitlelere zulmünü yaşattı. Pek ateşli bir futbol taraftarı olmasa da kimliklerinden dolayı nefret ettiği takımların aleyhine çalışmayı ihmal etmedi. Hitler’in bu tavrı pek tabi ki futbol sevgisinden ziyade içindeki Yahudi düşmanlığının futbolda dışa vurumuydu. Peki, bunu nasıl yaptı? Hitler başka alanlarda olduğu gibi Yahudilerin futbolda da başarılı olmasını istemiyordu. O yüzden yönetici kadrosu ya da futbolcuları Yahudi olan kulüplere karşı açık bir şekilde rakibini, ya da o şehrin diğer takımını destekledi.
Desteklenenler kimlerdi? Schalke 04 ve 1860 Münih. Özellikle Schalke’nin kurulduğu 1904 yılından Nazilerin iktidara gelene kadar geçen sürede kayda değer bir başarısı olmamasına rağmen, 1933 yılından itibaren Almanya’nın en üst ligi olan Gauliga Westfalende 12 senede 6 kez şampiyon olur. Schalke’nin 1945 sonrası ise sadece 1957-1958 yılında şampiyonluğu vardır. Hitler’in Schalke 04’e özel bir sempatisi yoktu tabi ama o dönemki Schalke başkanlarının Nazi üyesi olması ve aynı eyaletin takımı olan Borussia Dortmund’un Nazi muhalifi olması yeterli sebeplerdi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde 20 Ekim 1940 tarihli derbi öncesi başta Borussia Dortmund Başkanı olmak üzere birçok Dortmund taraftarı tutuklanarak hapse atılır.
Naziler aynı zamanda 1860 Münih’i de desteklediler çünkü onların rakibi, Münih’in diğer takımı olan Bayern Münih de bir Yahudi takımıydı. Şimdi olduğu gibi Bayern Münih o zaman da güçlü bir takımdı ama ‘Anti Yahudi’ politikayı benimsemiş Nazilerin zulmüne uğradılar. Naziler iktidara geldikten sonra ilk olarak Bayern Münih'in Başkanı Kurt Landauer'i zorla istifa ettirildi. Bayern'i her sene başarıdan başarıya koşturan Kurt Landauer, sadece Yahudi olduğu için Bayern Münih Başkanlığını bırakmak zorunda kaldı. Bayern Münih'in antrenörü Richard Kohn ise Naziler iktidar olduktan kısa süre sonra takımdan ayrıldı. Böylece 1 yıl önce şampiyon olan takım biranda dağıtıldı ve Nazi dönemi boyunca Bayern Münih, ulusal ligde mücadele edemedi.
Bütün desteklere rağmen 1860 Münih ise 1942 yılında Almanya Kupasını kazanması dışında pek bir başarıya ulaşamadı. Hitler tarafından desteklenmiş olan Schalke04 ve 1860 Münih, Hitler sonrası başarılı olmakta zorlandılar. Schalke 1963 yılında kurulan Bundesliga da hiç şampiyon olamazken 1860 Münih bugün itibariyle Almanya 3.liginde yer almakta. Nazilerin gazabına maruz kalmış Bayern Münih ise 32 kez Almanya şampiyonu oldu ve hala bugün dünyanın en iyi takımlarından biri. Borussia Dortmund ise 8 kere Almanya şampiyonu oldu.
İngiltere' deise siyasi iktidarın bir ihmalin üstünü nasıl örttüğü görüldü. Hillsborough Felaketi, 15 Nisan 1989'da stadyuma giren taraftarların öndekileri tellere sıkıştırması ve bir kısmının da balkondan düşmesi ile meydana geldi. Bu olayda tamamı Liverpool taraftarı olan 96 (sonradan bir kişinin daha ölmesiyle 97) seyirci ölmüş, 766 kişi ise yaralanmıştır. Olay, İngiltere ve dünya futbolunun en ölümcül ve en kötü kazasıdır. Bir savaş alanına dönen Hillsborough stadının çimleri bir anda yaralılar, nefes almaya çalışanlar ile doldu.
Olay olduğu günlerde suç otoriteler tarafından taraftarların üstüne atılmış, sarhoş oldukları ve sorumsuzca birbirlerini ittikleri iddia edilmişti. Dönemin Margaret Thatcher başbakanlığındaki muhafazakâr hükümeti ve İngiliz polisi olayı holiganlığa bağlayıp olayın üstünü örttü. Muhalif kimliğiyle bilinen Liverpool taraftarını halka hedef göstermek için hiç vakit kaybedilmedi. Hatta The Sun gazetesi taraftarların hırsızlık yaptığını, bazı taraftarların polisin üstüne tuvaletini yaptığını iddia edecek kadar coştu! Bu sebepten dolayıdır ki bugün bile bu gazete Liverpool taraftarları tarafından boykot edilmektedir.
Yıllar sonra yakınlarını kaybeden ailelerin adalet talebi üzerine konuyu araştıran bağımsız Hillsborough komisyonu ise polisin turnike olmayan kapılara seyircileri yönlendirdiğini, güvenlik önlemlerini almadığını ve dolayısı ile devletin büyük bir ihmali olduğunu kanıtladı. Böylece taraftarların suçsuz olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine açılan davalarda o dönem görev yapan ve gerçeklerin üstüne örtüp çeşitli ihmalleri bulunanlar görevlerini kötüye kullanmadan dolayı suçlandı. İngiliz polisi ise yaşananlardan dolayı özür diledi.
Buradan da çıkan sonuç şu oldu. Her ne kadar Thatcher hükümeti kendi dönemlerinde yaşanan bu ihmali örtmek için bir taraftar grubunu hedef haline getirse ve medya dabuna çanak tutsa da gerçekler bir gün ortaya çıkar. Özellikle siyasi hesaplarla kendilerine muhalif bir taraftar grubunu kötü göstermek için yapılan bu hamle yıllar sonra günümüzün muhafazakâr parti milletvekilleri tarafından bile eleştirildi. Diktatörler ne yaparlarsa yapsınlar bir gün kaybetmeye mahkûmdurlar. Futbolda da böyle olmuştur siyasette de.