İnsan anne karnından çıktığı andan itibaren bilinmezlikler dünyasını selamlar. Sadece kendisiyle değil, diğer insanlar ve doğanın da ona sunacağı belirsizlikler, yenilikler ve kontrolü dışında olan deneyimlerle karşılıklı oturacak ve yüzleşecektir. Yüzleşirken savaşacak mı, kaçacak mı, yoksa donacak mı? Savaş-kaç-don üçlüsünü iyi yönetebilecek mi yoksa gördüğü her belirsizliği bir tehlike olarak adlandırıp bu üçlünün içinde sıkışıp boğulacak mı? Sıkışıp boğuldukça kaygısı büyüyecek mi git gide? Belki de bu ilk satırları okuduktan sonra kaygıyı yok etmenin yollarını düşündünüz. Belki de kaygıyı yaşam filminizin kötü karakteri ve düşmanı olarak kodladınız içinizde. Sürekli size engeller çıkaran, belirsizliklerle yüzleştiren, boğazlayan… İyi haberi vereyim öyleyse, kaygıdan yoksun bir hayat olamaz. Varoluşumuz kaygı üzerine kuruludur.
Kaygı, tarih boyunca birçok varoluşçu düşünür ve psikolog tarafından araştırılmış derin bir insani deneyimdir. Kaygı - veya psikolojide anksiyete - hem zihinsel hem de fiziksel bir olumsuz beklenti halidir. Zihinsel olarak artan bir uyarılma ve endişe yaşarken insan, fiziksel olarak da vücudundaki birçok sistem aktif hale gelmiş olur. Onu bekleyen gerçek veya hayali bilinmezliğe ve belirsizliğe tepki vermeye hazırlanıyordur. Bu hazırlıklar tepki vermesini kolaylaştıracaktır. Kaygı, tehlike karşısında normal bir tepkidir ve neden olduğu rahatsızlık hissi, dikkat çekmek ve savunma geçmek için vardır. Bazen kaygı aşırı ve sürekli olabilir. Öyle bir hal alır ki günlük hayatın her noktasına müdahale eder hale gelir. Bunun yanı sıra varoluşçuluk, görünüşte anlamsız ve saçma bir dünyada bireyin öznel deneyimini vurgulayan felsefi bir harekettir. Hayatın içsel bir anlamı veya amacı olmadığını ve kişilerin tatmin edici hayatlar yaşamak için kendi anlamlarını yaratmaları gerektiğini söyler. Bu son derecede ürkütücü bir beklenti olabilir ve kaygı ile varoluşçuluğun sıklıkla iç içe geçmesi de bu yüzden şaşırtıcı değildir. Varoluşçu felsefe, kaygının bu alışılagelmiş tanımını açar ve farklı bir bakış açısıyla yaklaşır. Søren Kierkegaard, Danimarkalı bir varoluşçu filozof, kaygı hakkında neredeyse 180 yıl önce yazmaya başlamıştır. Kaygı özünde bilinmeyen bir tepkidir. Kontrolümüzün ötesindeki durumlarla karşılaştığımızda ortayaçıkan bir huzursuzluk hissidir. Belirsizlik kaygıyı doğurur diyebiliriz. Kierkegaard'a göre kaygı, bizi yaşamın temel belirsizlikleri ile yüzleşmeye zorladığı için insan deneyiminin elzem bir parçasıdır. Bu yüzden kaygıyı yok etmeye çalışmak insan olma deneyimimizi de yok etmek demektir. İnsan olmak kaygılı olmak demektir. Önemli olan ve çoğu zaman kaçırdığımız nokta ise kaygıyla nasıl yaşayacağımızdır.
Kaygı bizi ucu sonu belli olmayan bir serüvene, bir yolculuğa çıkarabilir. Belirsizlik içeren bir yolculuk bu, sonunu kestiremediğimiz, nereye gittiğimizi bilmediğimiz, zaman zaman kaybolduğumuz. İnsan olmak sürekli yolda olmak demek. Öğrenmek, büyümek, seçimler yapmak, ihtimallerle karşılaşmak. Kaygısıyla var olan, bu yolu takip eden bir insan olarak varolmak. Kierkegaard, insan olma deneyimimizdeki bu yolculukta karşımıza çıkan seçeneklerimiz ve ihtimallerimiz bizi kaygılı yapar der. Fakat bahsettiği kaygı, günlük hayatta kullandığımız kaygının tanımından çok farklı. Kierkegaard’a göre kaygılıysak, canlıyız ve varız. Kaygı yoksa ihtimaller yoktur ve insan umutsuzluğa sürüklenmiştir. İhtimaller bize bir seçim hakkı yaratır, gittiğimiz yol tek düze olmaktan çıkar. Hangi yoldan gitmeyi seçmeli insan? Bu seçimleri yaparken geride bırakacağımız ihtimaller ve olasılıklar işe kaygı yaratır. Bu kaygı olumsuz bir durumdansa, bir özgürlüğü ve kendiliğimize (insan olma halimize) derinlik katmayı temsil eder. Kierkegaard, “Yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktır, yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir… Ve en üst anlamıyla yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır.” der. Kendimize doğru bir yolculuğa çıkarır bizi kaygı. Özgürce kendini ve özünü yaratabildiğin bir varoluş hissi.
Psikolojiye göre sürekli olan ve bizi tehlike olmasa bile tetikte tutan kaygı bir süre sonra insana zarar vermeye başlar. Bu kendiliğimizi keşfetme yoluna köstek olur. Tehlikeye karşı savaşacak mı yoksa kaçacak mı sorusuna yanıt bulmak için de insan, bedenini dinlemeli. Beden ve kaygı sürekli temas halinde. Beden, kaygıyı anlamaya ve keşfetmeye bir harita oluyor. Kaygım bedenimde ses buluyor, somutlaşıyor. Beden aslında bize kaygının sinyallerini veriyor, tek yapmamız gereken onu dinlemek. Terleme, mide bulantısı, hızlı kalp atışları, uykusuzluk, baş dönmesi veya sersemlik hissi,mide ağrıları, baş ağrısı, sırt ağrısı veya diğer ağrılar. Kaygıyı görmezden geldikçe, bedenimiz üzerinden seslenişine kulak vermedikçe, beden onu bize gösterecek yeni yollar bulup sinyaller vermeye devam eder.
Doğduk ve bedenle var olduk. Bedenimizle iletişime başladık konuşamazken. Sonra dili geliştirdik. Kitaplar, şiirler, anıtlar, tarihler yazdık. Fakat evimiz olan bedenimizin dilini ne zaman unuttuk? Ona kulak vermekten ne zaman vazgeçtik? Duymamayı mı tercih ettik onun sinyallerini? Genellikle bedenimizi hafife alırız, o nasıl olsa çalışıyordur. Bir araba benzini bitene kadar çalışacaktır. Benzin bitmeden, uyarı lambası yanıp söner,öter durur. Yolda kalıp teklemeyeyim diye beni uyarır. Uyarılarına aldırış etmeyip yola devam edersem, bir süre sonra benzinim biter ve yolda kalırım. Belki ıssız bir yerde, belki dağ başında kalırım. Belki benzin istasyonuna da kilometrelerce uzağım, yakıt alamıyorum, ilerleyemiyorum. Oysa yapacağım tek şey benzinim bitmeden bana verilen uyarıları dinlemek ve dikkate almaktı. Kaygı ve beden uyumu da böyle. Bedenimizin sinyallerini fark etmek lazım ki, kaygıya, tehdide veya tehlikeye tepki verebilelim. Kierkegaard’a göre kaygısını farkeden insan eyleme geçer. Örneğin, sosyal ve kalabalık ortamlarda, yeni insanlarla tanışırken aşırı kaygı hissine kapılan biri olabilir. Her seferinde yüzü kızarıyor, titriyor, terliyor ve nefes almakta güçlük çekiyor. Bunlar bedenin kaygısını yansıtmalarıdır. Kaygısını fark etmesi için bedenindeki bu rahatsızlık hissini fark etmeli bu kişi önce; titremeyi, terlemeyi, yavaşlamak bilmeyen kalp atışlarını. Ancak ondan sonra eyleme geçebilir. Kaygısıyla başa çıkmak ve onunla yaşayabilir hale gelmek için gevşeme teknikleri uygulayabilir,olumsuz düşüncelerinin üstüne gidebilir veya terapiye başlayabilir. Çözümleri bedenini dinledikçe üretir. Çoğu insan da ya bu çözümleri bulmakta zorlanır yada bulma arayışına girmez. Fakat beden bir noktaya kadar çalışıp bize yol gösterir, sonuçta çözümlenemeyen ve duyulamayan onca kaygının altında o da yorulmuştur artık. Böylece görmezden geldiğimiz bedenimizi fark etmeyince kendimizden de uzaklaşmış oluyoruz. Yabancılaşmaya doğru sürükleniyoruz. Bedenini duymayan, kendine ve varoluşuna da yabancı oluyor çünkü onu canlı ve hayatta tutacak kaygısının sesine kulaklarını tıkamış oluyor.