90’lı yıllardaydı. Dedem, biraz sıkıntılı ama kararlı bir tavır içerisinde beni çalışma odasına çağırmıştı. Masasının üzerinde daha önce hiç görmediğim küçük bir sandığa benzeyen kutuyu işaret ederek; “bu kutuyu sana vermek istiyorum. Ama peşinen söyleyeyim, içerisinde ne olduğu ile ilgili hiçbir fikrim yok”. Ben sorgulayan bir yüz ifadesi ile gülümseyince: “şaka yapmıyorum, tek bildiğim bunu bana teslim ederlerken yanında verdikleri mektupta yazandır. Bu kutu Anglisiya’da uzun yıllar tek başına kimsesiz bir köylüme aitmiş ve onu, İngiltere’de bir yerde yaşayan tek torununa vermek için bir ömür saklamış. Ama maalesef zavallı kadın son yıllarında torununu hiç görememiş. 1979 da ölümünden sonra Rum tarafındaki komşusu, bana bu kutuyu mukayyet olmam için göndermiş. Yanına da bu şimdi sana vereceğim mektubu iliştirmiş. Ben onu okudum. Şimdi sen de oku, bu kutuyu teslim al”.
Kutuyla birlikte aldığım mektubu, Türkçeye çevirttikten sonra okuyabilmiştim:
Sayın Kemal Bey,
Bu mektubu annem Eleni (Anglisiyalı) bana yazdırır. Onun okuma yazması yoktur. Sen da Anglisiyalı okumuş bir Türksün. Bizi tanıman ama karımın ailesi tanıdığnız Yiannis'in gomuşusuydu.
Bu mektubu sana şimdi yazıyoruk ki bilesin. Bizim köyde Remziye aba vardı, belki bilin gendini. Işte o 4 sene evvel öldü. Remziye abanın gızı Fazilet, hani II. Dünya muharebesinden on yıl gadar sonra (1929) bir İngiliz askeriynan İngiltereye gaçtıydı, sonra da ondan bir gız çocuk etmiş—Lâtife. İşte bu garışıklıklar yüzünden Remziye abaya çok insan gonuşmadı, ona kötü baktılar. Gadıncagız içine kapandı gendi gendine evciğinde yaşadı. Türklerin işgalinden sonra da gitmedi oyannı. Ama çok yıllar önce angoniciği çıktı köye geldi o da ya 18 varıdı ya yoğudu. Remziye aba çok sevindi çünkü gızı gideli ona sade bir mektup yazmış şu Lâtife'yi doğurdu. Lâtifecik da onu nerdeysa 20 yıl boyunca ara ara ziyaret etti… Nenesine çokeletcik onucuk boncuk getirdi, Remziye abayı çok sevindirdi. Biri İngilicca gonuştu obürü Rumca/Türkce... işte öyle annaşdılar. 1974 ten sonra Lâtife hiç gelmez oldu, gadın kahrından kimsesiz öldü gitti.
Anamın evi Remziye abaya yakındı, son zamanlarında acıdı gendini onucuk bunucuk götürdü gendine, ama ihtiyar sağlıklıydı, yani son güne gadar. Anam der ki, gadın, gızının utancından öldü. Neysa ben onu bunu bilmem, gadını biz 4 sene önce gömdük öyle. Onu bir daha da hiç arayan soran olmadı.
Anam sana Remziye abanın hic yanından ayırmadığı bir kutuyu gönderiyor. Onu hep Lâtife’ye versin diye saklamış… ama olmadı. Anam da dutturdu “bu kutu önemli olsa gerek, içindekilerini ne bilirim ne da bilmek isterim, ma bu kutuyu bari bir Türk alsın artık da rahat edeyim” diye. Senin adın bizim köyde namuslu, okumuş Türk diye geçer onun için emaneti sana gönderiyor, Lâtife’yi bilmessan bile, hiç olmadı sizin gibi bir Türk'te olsun.
Neysa, bilin şartlar da zor, hade hazır şimdi bir çavuş tanıdım, Türk bir arkadaşı varmış Pile'de, sana bunu onunla gönderiyorum.
hoşcakal,
Anglisides köylün Nikos (Eleni),
1979
Bu mektup beni hem çok etkilemiş hem de kutuyu açıp açmama konusunda tereddütte düşürmüştü. Çünkü onu bu kadar yıldır devretmek için saklayan ne Eleni ne de dedem açıp bakmamışlardı… Öncelikli olarak ben de Lâtife’yi bir an önce bulmak, veya onun ailesinden birisine bu kutuyu ulaştırabilmenin yollarını aramak istemiştim. Ancak henüz sınırların açılmamış olması işi çok zorlaştırıyordu. Yazılı olarak köyde mektubu yazanlara (Eleni veya Nikos) ulaşmaya çalıştımsa da, bir netice alamadım. Bir süre sonra ona ulaşamayacağımı anlamıştım artık. O uzun yıllar içerisinde değişen şartlar, kültürler, insanlar, coğrafyalar ve nesiller artık yoktu ve ben bu kutuya artık bakabilirdim diye düşünmüştüm. Hatta bakmalıydım çünkü burada saklanmış sesi kısılmış bir ailenin sessizliğine ses olabilirdim, nesiller geçmiş olsa da bu kapalı kutuyu artık açığa çıkarma zamanı gelmiş olabilirdi. Ve Lâtife’yi tekrar bulmanın yolu da bu olabilirdi…
Lâtife için saklanmış kutuyu açmıştım artık. Ancak bu kutuyu açmamla da bitmeyen bir merak devam ederken, sorulara cevap bulmak da imkansızlaşıyordu. Bulduklarımla kaçınılmaz bir biçimde birçok ses bir arada kontrol dışı bir kakofoniye dönüşüyordu. Bu kutunun içeriği arı değil, tam tersine tezatlıkları da barındıran, birçok anlamın dolup boşalabileceği, ilişkilenip kopabileceği nesneler ile doluydu. Çünkü onlar orijinal zaman ve mekanlarından farklı bir yere alınmışlardı artık.
Kutuda: Fazilet’in 1930’da annesi Remziye Hanıma yazmış olduğu mektup; Beyaz bir yemeni içerisine sarılmış, nesilden nesile aktarılan değerli taşlarla işlenmiş bir çift altın küpe, bir bendo ve bir çift altın bilezik; Gümüş işlemeli, bordo renkli kadife seccade; yıpranmış bir kuran; eski Türkçe yazılmış birkaç resmi dökuman; sedef kakmalı dolmakalem; mandolin; renkli deniz taşları ve kabukları; İngilizce elle yazılmış şiir karalamaları, eskizler, birkaç kitap ve fotoğraflar vardı… Ve artık Remziye Hanımın yıllarca özenle sakladığı bu nesnelerin bütününün onun için neler ifade ettiğini veya Lâtife için neler ifade edebileceğini hiçbir zaman bilemeyeceğimizi biliyordum.
Bana geçmiş bu kutu artık bir şekilde açılmış, benim aklıma geçmiş ve ben onu sahiplenmiştim. Yoksa artık Lâtife ben mi olmalıydım?
Ama bu çok büyük bir sorumluluktu ve kabullenmekte zorlanıyordum. Bu olayı/konuyu yazıp* çizmiş**, kamusal alanlarda dile getirmiş etraftan onları tanıyanlar çıkar diye medet ummuştum, ama nafile. 2003’te sınırlar açılır açılmaz ilk aklıma gelen Anglisiya Muhtarına gidip Remziye Hanımın olası akrabaları ile ilgili bir bilgi bulmayı veya oradaki yaşlı köylülerle konuşmayı, araştırmak olmuştu. Ancak ne onunla ne de olası bir akraba veya tanıdığı ile ilgili hiçbir bulguya ulaşamamıştım. Hatta onun mezarı olduğuna dair bir mezar taşı bile yoktu.
Artık bu kutu kendi hikayesini yazmalıydı. Yeni bir kontekste, içindeki nesneler ile birlikte, zaman ve mekân çarpışmalarının devam edebileceği, dönüşebileceği yeni hikayelerin yazılabileceği bir ortamdı onlar için aradığım. Tüm nesnelerin bir imaja dönüştüğü, bir aile geleneğinin sıcaklığında yumuşacık ve özel, gerektiği zaman kendi içine saklanabilecek, ama bir Navaho battaniyesinin veya bir yörük halısının kendi işlenişi içerisinde barındırdığı hikayeler gibi hikaye anlatan, ama çok başka mekanlarda dolaşıma giren açık bir
YORGAN.
" Lâtife ", multimedya, 2018 ***
Bu proje, 70'lerde ölmüş bir kadından sanatçının büyükbabasına kalan bir valiz ve içindekilerin, dönüştürülmüş hikayesidir. Buradaki eşyalar digital fotografik baskılarla imgelere dönüştürülerek içleri boşaltılmış, gerçekten şaşmış, ama hala var olan hikâyeyi üzerinden atamadan bir yerlere tutunmak isterken, farklı şeylerin söylendiği bir görsel malzemeye dönüştürülmüştür. Burada, kuşaklar arası farklılıklar, etik ve insan yaşamındaki sınırlar, gerçekle- kurgu arası, hatıra ve estetikleştirme her ne kadar dert ediliyorsa, kullanılan imgelerle çağımızdaki iletişim dili olarak dijital kopyalama ve çoğaltma da bunun anlatımında sanatsal bir rol oynamaya yönelik kullanılıyor. (“Lâtife” adlı görsel çalışma 2002 yılında Anber Onar tarafından kaleme alınmış ve yayınlanmış hikayenin kendisini de içermektedir).
________________
Notlar
*2002 Onar, Anber and Pillai, Johann. “Changing the Subject.” 205-215. In William S. Haney II and Nicholas O. Pagan, eds. Ethics and Subjectivity in Literary and Cultural Studies. (Bern, Switzerland: Peter Lang, 2002).
**2008 “Lâtife” Multimedia Installation. Art Athina 2008: International Contemporary Art Fair; Gounaropoulos Museum, Athens, Greece, May 23-25.
***2018 “Lâtife” Küratör: Denizhan Özer “İmgesel Zaman” / “Imaginative Time”, Kare Art Gallery, İstanbul. Şubat 2018 – Mart 2018