Aşık Mene’ye..
1.
Aynı dönemin kader ortaklığını ve macerasını yaşayan kuşağa ait iki eski dost. O günlerden bu yana arada geniş bir zaman dilimi -neredeyse yarım asır- oluştuğundan, yaşanmışlıklar kaçınılmaz olarak tarihsellik arz ediyor ve oradan anlam kazanıyor. Böyle olunca da geçmiş, doğruları yanlışları, inişleri çıkışları, artıları eksileri, süreklilikleri ve kopukluklarıyla bir deneyimler toplamı olarak açığa çıkıyor. O deneyimler toplamı ki sadece geçmişte yaşandıklarıyla kalmıyor, bugüne de ışık tutuyor ve geleceğe yönelik olarak geniş ufuk açabilme ve de seçenek üretebilme gizil gücünü de içinde barındırıyor. Demek ki sohbetlerinin sadece hatıralardan, onların dillendirilmesinden ve onlara ait duygulanımlardan, iç geçirmelerden ibaret olması mümkün değil. Yakın tarih hüviyetindeki bu geçmişin siyasal/toplumsal yükünün ezici ağırlığı bir yandan, o yükten kendi paylarına düşenlerin üzerlerine çöken ağırlığı diğer yandan, bu fotoğrafa giren ve de o sürecin bir biçimde parçası olan dostların sohbeti kaçınılmaz olarak nostaljik sızlanmalardan çok ötelere taşıyor; müktesebatları oranında bir sorgulamaya, öz-eleştirel bir tutuma, bir hesaplaşmaya varana kadar çeşitlenip çoğalıyor. Gündüz ateşinin ancak geç saatlere doğru sönmeye başladığı o yaz gecesinde, mabet ayarında bir mekânda -düşüncenin sınırlarının zorlandığı yerde sanatla mutlaka yakın ve de iç içe geçen doğurgan bir ilişki vardır ve bu da düşüncenin gücünü artırmaktadır; bu mekân aynı zamanda sanatın yoğun biçimde icra edildiği bir resim atölyesidir- ve yıldızların şahitliği altında gerçekleşen sohbette, söz tutsaklığından kurtuluyor, sloganlar hükmünü kaybediyor, ideoloji buyurgan karakterini yitiriyor, düşünce kalıplara sığmıyor. Canların zaman zaman acıması, sözün zülfü yâre dokunması, ses tonunun yükselmesi de bu yüzden. Ama olsun ne gam, arada görüş ayrılıklarının olması -ki zihnin ve iradenin özgür çalıştığının ifadesidir- sohbete daha çok sahicilik ve yoğunluk kazandırıyor. Hem zaten burada ne bir güç çatışması, ne iktidar kavgası, ne fikri dayatma, ne üstünlük sağlama, ne birilerine akıl tarif etme ve yön verme gayreti, ne ‘söyledim ve ruhumu kurtardım’ rehavetine sığınma, ne zoraki uzlaşma, sadece bir anlama ve anlamlandırma çabası var.
2.
Bu geceye konu olan, içinde iki dostun da yer aldığı Kıbrıslı öğrenciler kuşağının hikâyesi 70’li yıllarda başlar. Mekân Türkiye ve başta İstanbul olmak üzere özellikle üç büyük (Ankara ve İzmir’le birlikte) şehirdir. Onları kuşak yapan, dinamik ve gerilimli bir dönemde buluşmaları, ortak mekânlarda, çalkantılı bir süreci birlikte yaşamalarıdır. Daha dün ergenlik sancılarını, sorunlu bir adanın dar alanlarına sıkışmış, okuldu mücahitlikti yaşayıp geleceğe yönelik hayallerini içlerinde biriktirirken, şimdi o hayallerin gerçekleşeceği yerde yeni hayatlarını yaşamaya başlamışlardır. Artık karşılarında yeni ve büyük yaşam alanları (büyük kentler), sadece eğitimle sınırlı olmayan son derece dinamik ve de gerilimli bir ortam vardır. Çok geçmeyecek dünün hayaller biriktirerek avunan ada delikanlıları şimdinin üniversite öğrencileri olarak bu ortamla hemhal olacak, yeni kimliklerine bürünmeye başlayacaklardır. Bugüne kadar, bir bakıma hayatın sürükleneni olanlar, şimdilerde adım adım o hayata hükmedecek, onu ve kendi ülkelerinden başlayarak dünyayı değiştirecek güce sahip oldukları inancıyla yaşamlarına yeni anlamlar yükleyeceklerdir. İdealleri yüksek (özgürlük, eşitlik, kardeşlik vb.), hayalleri büyük, mücadelesi onurlu, heyecanı ve coşkusu yoğun bir serüvendir bu ve mensubu olanlar arasında, tam da paylaşılan bu değerler bütününün ve ortak mücadele heyecanının/onurunun besleyip büyüttüğü, -ne ifade ettiğini ancak yaşayanların bilebileceği- yoldaşlık/dostluk duygularının pekişmesine de neden olacaktır. Bu tarihsel momentte, hayatlarına yön veren kılavuzlarının -bu pratiği ve teorisi ile Sol ideoloji ve Sol hareketlerdir- olayları/sorunları anlamada ve çözüm bulmada doğruyu/hakikati içkin olması (nasıl olmasındı, her sorunu çözümleyen ve çözebilen bilimsel bir öğretiydi bu; ‘bilim-sellik’ ise doğru/hakikat bilgisine sahip olunduğunun şaşmaz göstergesiydi; en azından iddia öyleydi) ve onların buna yürekten inanmaları ise kendilerine aşırı öz-güven kazandıracaktır. Ancak şu da vardır, onlara hareket hattı çizen ve bunun kuramını oluşturan kılavuzlarını, henüz daha yolun başında ve daha çok genç olduklarından bir eleştirel bilinç olmaktan çok (o yaşlarda neyi ne kadar çok okuyup öğrenerek bir bilinç halinde içselleştirebilirdi ki) kutsiyet mertebesinde bir inanç nesnesi olarak sahiplenmeleri (en fazla sadece inançlarını -başı ve sonu belli tek yol- bilinç olarak bellemekle yetinmeleri) bu öz-güveni artırırken, kendinden farklı olanla -buna Solun kendi içindeki farklı anlayışlar/gruplar da dâhildir- ilişkilerde sorunlu bir mahiyet arz edecek, o kadar ki günden güne aşırı şiddeti içerecek seviyeye kadar varacaktır. Bu şiddet ortamının zaman içinde, çoğunluğu henüz hayatlarının baharında, aralarında Kıbrıslı gençlerin de bulunduğu çok kurbanı olacaktır. Ve nihayet 12 Eylül 1980’de şiddetin büyüğü, artık gizlisi saklısı olmadan, apaçık devlet tarafından sergilenecek, Sol başta olmak üzere siyasal/toplumsal yaşamın demokratik kurumları ve mensupları bu şiddetin hedefi olacak ve bir dönem dramatik biçimde sona erecektir.
3.
Bu sürecin hitamında yenilginin büyüğünün genel anlamda Sol’a ait olduğu aşikârdır. Nitekim bu cenahta ciddi bir dağılma yaşanmış ve geride, şimdiden sonra neyle ve nasıl ikame edileceği belirsiz bir boşluk kalmıştır. Sol adına evrensel ölçekte asıl büyük darbe ise 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından ‘Sosyalist Sistem’in çökmesiyle gelmiştir. Bütün bu gelişmeler, hanidir başlayan ve de şimdi artık evrensel boyutta bir gereklilik halini alan geçmişle hesaplaşmayı, buradan hareketle şimdiye yönelik yeni yaklaşımları/açılımları ve yeni gelecek tahayyüllerini zorunlu kılmıştır. Elan devam eden, gerek teorik ve gerekse pratik olarak farklı önermeleri içeren, ancak geniş kesimler tarafından talep edilen ciddi seçenekler üretmekten hâlâ uzak olan bu sürecin nasıl seyredeceği ve mahiyetinin ne olacağı kendi içinde tartışma konusu olmaya devam etmektedir ve bu da tek başına bir başka yazının konusu olmak gerekecek kadar kapsamlıdır.
4.
İşte o gece yıldızların altında belirli bir aradan sonra yeniden buluşan iki eski dostun, handiyse yıldızları söndürene kadar devam eden sohbetlerinin konusu daha çok kendi kuşaklarının o çalkantılı dönemdeki hikâyesi, o kuşaktan ve hikâyeden bugüne nelerin kaldığı, nelerin değiştiği ve bundan sonra neler olabileceğiyle ilgiliydi. Çok net olan, yaşları neredeyse yetmişe varmış ve de geçmiş, kimileri artık bu dünyayı terk etmiş, kimileri dünyanın farklı ülkelerine dağılmış, kimileriyse adada varlığını bir biçimde sürdüren bu insanların sadece fizik olarak değil, hayata ve dünyaya bakışlarında da değişiklikler olduğuydu. Aksi de düşünülemezdi zaten; çünkü ne zaman ne de mekân sabitti, hareket yaşamın temel dinamiğiydi ve buna bağlı olarak esas olan da değişim/dönüşümdü. Buradan bakınca, özellikle ideolojik tutarlılık ve sadakat gösterisi olarak geçmiş(in)e sahip çıkmak adına değişmemeyi bir erdem saymak ve sürekli bunu yineleyerek ‘ruhu kurtarmak’ ne kadar geçersiz idiyse; değişim diye diye geçmişi tümden inkâr etmek de o kadar geçersiz, anlamlı karşılık bulmaktan yoksundu. Göz ardı edilmemesi gereken, varlık ve her şeyde, dünden bugüne ve bugünden geleceğe dinamik/akışkan seyir izleyen bir oluş halinin söz konusu olduğuydu. İşte bu dinamik/akışkan seyir nedeniyledir ki o geçmişin, deneyimler toplamı olarak oluş serüvenine katkısı bir olumluluk olarak öne çıkarken; şimdide içkin değişimi, hükmü geçmiş ezberlerden azade, yaratıcı iradi/zihinsel bir etkinlik olarak yaşamak ve değerlendirmek de, farklı olanla buluşmayı ve de buradan beslenen yeni anlayışlar/yaklaşımlar geliştirmeyi sağlayacak olması bakımından oluş macerasına benzer biçimde olumlu katkılarda bulunacaktır. İşte tam burada, siyaset bir yana (bu ayrıca bir bahs-i diğerdir), entelektüel aklın, geçmişi yorumlamak ve bugünü anlamak adına, kendisiyle sınırlı ideolojik bağnazlıktan ve inanç tutsaklığından öte, bilinçli düşünceye ve o düşüncenin sınırları zorlayan, hatta aşan, çoklu ve farklı kanallardan beslenmeye ihtiyacı olduğu açıktır. Bu noktada, Deleuze’ün altını çizdiği üzere, düşünceye güç katacak olan vazgeçilmez üç temel unsurun, hem ayrı ayrı hem de birbirini tamamlayan karşılıklı etkileşim içinde ‘felsefe-sanat-bilim’in olması ise, bu dinamik ve yaratıcı etkinlik sürecine yapacağı niteliksel ve de ufuk açıcı katkı bakımından -hele niceliksel zayifet yaşayan, kader belirlemede etki gücü zayıf olan toplumlarda bu katkı daha da çok- göz ardı edilmeyecek kertede değer ifade eden bir husustur.
5.
O gece yıldızların altında iki eski dost kendi kuşaklarının, haliyle kendilerinin, hikâyesi üzerine konuşurken sadece nostaljik geçmiş zaman yolculuğu yapmadılar. Oradan hareketle, kavillerince, bugüne ve geleceğe de uzandılar. Bunu yaparken artık şunun farkındaydılar: geçmiş bugünde bir deneyimler toplamı olarak yaşanabilirdi/yaşanmalıydı; onu kutsayarak/dokunulmaz kılarak bugüne bütünüyle taşımak, zamanı/mekânı sabitlemek olacaktı. Bu durumun ise zamana ve mekâna içkin dinamik/akışkan halin inkârı, haliyle hem bugünü anlamak hem de yüksek değerleri ve idealleri içkin geleceği kurmak bakımından sorunlar yaratacağı aşikârdı.
6.
Uzayan sohbetin iyice yoğunlaşan baş döndürücü kıvamından mıydı, yoksa geçmişte kalan küllenmiş gençlik ateşinin, bir an için de olsa, yeniden tutuşmasından mıydı, Turgut Uyar’ın ‘’ Geyikli Gece’’ (işte bir başka gece) şiirindeki şu mısralar, yıldızları sönmeye yüz tutan gecede son sözler olarak yankılanıp durdu:
‘’Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza’’