Bir rüyanın içinde miydin yoksa gerçekten omzunu sarsan biri mi vardı? Sarsıntı devam edince gözlerini açtın, başının üstünde gökyüzü, yanı başında eli omzunda yorgun ve endişeli bir yüz ifadesiyle çavuşu gördün, titrek bir sesle: ‘’Kalk içtima vakti.’’ diyordu. Uykulu gözlerle saate baktın: 05.00. ‘Bu saate mi?’’ Gün yeni ağarıyor, gündüz sıcağını haber veren gecenin sisi usul usul çekiliyordu.
74 Temmuz; öğrenim yılının sona ermesiyle tatil için geldiğin adada kendini birdenbire cephede bulmuştun. Önce Samson darbesi, ardından Türkiye’nin askeri müdahalesi. Savaş zamanı. Çağrı üzerine gönüllü olarak katıldığın eski bölüğünde, Dereboyu’ndasın. Peşini bırakmayan, zihnini sürekli kemiren bir paradoksu yaşıyorsun: Savaştan nefret eden bir gönüllü, kendine rağmen bir savaşçı. Zorunluluk günahı mübah kılar demek ruhunu kurtarır mı? Bir haftadır, evden uzak, elde silah sınır boyundasın. Gece, nöbet haricinde, diğer gönüllüler gibi toprak mevzinin içinde uyuyorsun. Ne kadar uyumaksa artık; başının üstünde yorgan niyetine gökyüzü, altında yatak niyetine toprak, oturduğun yerde ayaklarını uzatıyor, sırtını mevzinin girintili çıkıntılı toprak duvarına dayayarak, yarı oturur vaziyette uyumaya çalışıyorsun.
Çok geçmiyor bütün takım (30.Bölük, İkinci Takım) ayağa kalkıyor, olağanüstü bir güne hazırlık olduğu komuta kademesindekilerin gidiş gelişlerinden, fısıldaşmalarından belli; sabah kahvaltısı niyetine mi, güya moral takviyesi için mi, yoksa telaşın şaşkınlığından mı hepinize birer dilim karpuz verilmesi ise gerilimi yüksek bu tabloya birdenbire gerçeküstü bir mahiyet kazandırıyor ve ellerinde karpuz dilimleriyle sizleri de o tablonun aynı oranda gerçeküstü figürleri haline getiriyor. Bir süre sonra bölük komutanı geliyor ve konuşmaya başlamasıyla birlikte sarsıcı gerçeklik yeniden avdet ediyor: Gün taarruz günüdür, birçok bölgede mücahit ordusu harekete geçmiştir, 30. Bölük de kendi payına düşeni yapacak, dört takım birlikte taarruza geçecektir. Birazdan herkese fazladan cephane verilecek, hazırlıklar tamamlandığında harekât başlayacaktır.
Konuşmanın ardından son hazırlıklar için dağılıyorsunuz. Bir an etrafına bakınıyorsun; çoğu öğrenci, kaderleri meçhul bir gurup insan. Bu insanlar, hepiniz, birazdan kuru dere yatağını geçecek ve Golf Sahası’ndan öteye doğru ilerleyeceksiniz. Bu taarruzun amacı nedir, nereye kadar gideceksiniz, nerede duracaksınız? Ayrıntılı bilgi verilmiyor. Kendine sorduğun can alıcı soru ise şu: Bu taarruzda diyelim karşı taraftan birisi ile karşılaşsam onu vurmak / öldürmek amacıyla elimdeki silahı ateşleyebilir miyim; bir karıncayı bile ezmekten çekinen, üstelik görüş ve inanç olarak bambaşka bir dünya tahayyül eden, kendince bunun için mücadele eden ben, bir insanı, hem de hiç tanımadığım bir insanı, hele o insan bir de benim gibi büyük hayalleri ve idealleri olan genç birisi ise, hangi gerekçeyle olursa olsun, gözümü kırpmadan öldürebilir miyim? Diyelim ki öldürdüm ve kendim sağ kaldım, bu günahı -hepsi bir yana bir ananın yüreğinde ebedi bir keder olarak yer edecek, onu kahredecek böyle bir günahı, hem de kendi anamın yüzüne bakarak- ömür boyu taşıyabilir miyim? Peki ya bunun tersi olursa; o karşıma çıkacak olan, benden daha atik davranıp gözünü kırpmadan beni, hiç tanımadığı bir insanı, gerekçeleri ne olursa olsun öldürebilir mi; bu vicdani yükü kaldırabilir mi? Ve bir başka soru: Acaba bu taarruzdan sonra aramızdan kimler sağ kalacak, kimler hayatını kaybedecek? Bu ve benzeri sorular kafanın içinde dönüp dururken takviye niyetine verilen kurşunları küçük bir keseye dolduruyor, kemer niyetine beline sardığın ipe geçirip bağlıyorsun.
Derken vakit geliyor; alev alev yanan Temmuz sıcağında gönüllü sivillerden oluşan İkinci Takım harekete geçiyor, dere yatağından çıkıyor ve Golf Sahası’nda koşar adım ilerlemeye başlıyor. Gardiyan evlerini geçiyor ve hapishaneye kadar ulaşıyor. Henüz bir ateşle karşılaşmış değil. Hapishaneyi çevreleyen hendeğin içinde asfalt yolun kenarına doğru ilerliyor ve daha sonra yolun diğer tarafına geçerek arazi içinde ilerlemeye devam ediyor. Çok geçmiyor, nereden geldiği belli olmayan yoğun bir ateş başlıyor ve aynı anda en önde bulunan takım komutanı ve hemen arkasındaki iki kişi vuruluyor. Yaylım ateş bir süre devam ediyor, bu arada diğer takımlarla öngörülen koordinasyon bozuluyor, sonradan öğrenilecektir normal zamanların kimi kahramanları sırra kadem basıyor, takım komutanını yitiren İkinci Takım ise ne yapacağını şaşırıyor. Hikâyesi uzun ve trajik, sonuçta sağ kalanlar dağınık bir şekilde geriye dönüyor. Sabahleyin tam tekmil hazır bulunan takım mevcudu, hüznün dalgın kuşlarının uçtuğu ikindi vakti yitirdiği canlarıyla eksiliyor, yaralılarıyla kanıyor.
O günün akşam üzeri, gün boyu yaşadığın ve sonucu itibarıyla daha sonraki ömründe peşini hiç bırakmayacak olan acının ağırlığı zihninde ve yüreğinde, bir haftadır uğrayamadığın evine uğruyorsun. Baban, annen savaş öncesinde doğumuna yardımcı olmak için yurt dışında bulunan ablanın yanına gittiğinden, evde yalnızdır, taarruzdan haberi olmuştur ve iki oğlunun (kardeşin de aynı bölükte bir başka takımdadır) akıbetini merak etmektedir. Kucaklaşıyorsunuz, babanın gözyaşları boynunu ıslatırken senin gözlerinden bugün yitirdiğin takım arkadaşların için döktüğün yaşlar akmaktadır. O an onlara rağmen ve dahası sadece onlara rağmen de değil, bu savaşta canlarını yitiren ve daha da yitirecek olan bütün o insanlara rağmen yaşamayı bir haksızlık olarak görüyor, bir utanç olarak hissediyorsun. Bu ağır yükün altında eziliyorsun.
Baba oğul kısa bir süre de olsa hasret gideriyorsunuz. Ayrılık vakti gelince, savaş zamanının daha ne kadar süreceğinden ve kurbanlarının daha ne kadar olacağından habersiz yüzüne endişeyle bakan ve dikkatli olman için uyarıda bulunan babana, onu üzmek pahasına da olsa şunları söyleme ihtiyacı duyuyorsun:
‘’Bu savaşta ölürsem eğer, ardımdan cesedimin üzerinde tepinmelerine, öfke, nefret söylemleri geliştirmelerine, düşmanlığı perçinleyecek kahramanlık türküleri yakmalarına asla izin verme. Beni sessizce toprağa ver ve ölümümün -ve diğer bütün ölümlerin- sadece bu adada ebedi barışın yerleşmesine vesile olması için dua et.’’