Önce çektikleri belgeseller ile adları işitilir oldu. Buraya bakıyorlardı ama buralı gibi bakmıyorlardı. Daha sonra o bakıştan bir hikâye taştı: Olağan Denemeler, 2015. Denemeler olağan, hikâyenin seyri sıra dışıydı: Tam 42 festivalde gösterildiler, seçkilere dahil edildiler, birincilikler aldılar. Ardından, biz ‘bir kerelik bir mucizedir, tanrılar şaka yapıyordur’ derken Kısmet (2018) geldi! Tanrılar şakada ısrarcı olmalı ki, o da Uruguay’dan Hindistan’a, Selanik’ten Arkansas’a beyaz perdeleri gezdi. Gerçekten bu işi burada mı yapıyorlar diye kuşkuya düşsek de buralarda toprak nasıl kokarsa, gök mavinin hangi tonundaysa o kadar buralıydı filmleri. 2020’de Teslimat işin sırrını bir parça ele verir gibi oldu: Buralıydılar evet, filmleri de öyleydi ama zaten bulmayı becerene buralar da Dünya’nın bir köşesindeydi ve aradaki mesafeyi fark edene de onu sorgulamak düşüyordu. Doğuş Özokutan ve Vasvi Çiftçioğlu ile anlatmak, göstermek ve fark edilmek hakkında konuştuk.

DOĞUŞ & VASVİ

Ropörtaj:
Bulut Ünvan

Bilindik Rotaların Dışında

Bulut: En fazla aklıma takılan şeyi sorarak başlamak istiyorum, çünkü belki de diğer her şeyi açıklayacak olan da budur: Sinema salonu sayısının az olduğu, gerekli teknik ekipmanı bulmanın neredeyse imkansız olduğu, oyuncuların var olduğu ama sinema deneyimlerinin olmadığı, insanların sinema izleme kültürünün olmadığı bir yerde film çekiyorsunuz. Neden? Deli misiniz siz?

Doğuş: (gülüyor) Sinema yapmaya çalışan herkesin biraz deli olduğunu düşünürüm zaten. Dünyanın neresinde olursa olsun. Biz ilk  film çekmeye karar verdiğimizde bunun mümkün olup olmadığına, durumun şartların ne olduğuna dair bir ön kabul, ön koşulla başlamadık işe. Ve aslında bu bize çok büyük avantaj sağladı. Hem moral motivasyon bakımından hem de kendi yolumuzu kendimiz çizebilmek bakımından. Şimdi bugün artık, bunca yıldan sonra bu dediklerinin farkındayım. Çünkü defalarca başımızı duvarlara vura vura ilerledik. Ve bugün mesela bir senaryo yazmaya oturduğumda, yazdığım senaryoyu çekmek için yaşayacağım zorlukları düşünmemek için kendimi zorlamam gerekiyor. Ama ilk film yapmaya başladığımızda böyle bir ön koşul yoktu. 

Bir de aslında şöyle; ilk film benim insan olarak, sanatçı olarak katarsisim! Kendi depresyon sürecimde delicesine okuduğum, anlamaya anlamlandırmaya çalıştığım bir sürecin sonunda  kendi kendime sorduğum sorular vardı, kendi kendime vermeye çalıştığım yanıtlar vardı ama cevapsız kalıyorlardı. O süreç çok varoluşsal bir süreçti. Ve bir noktada intiharı bile düşündüğüm zamanlar oldu. O noktada  bir şeyin yapılabilir ya da yapılamaz oluşu, mantıklı ya da mantıksız oluşu düşüncesi anlamsızlaştı. Anlamsızlığın, yarattığı bir anlam vardır ya, birazcık o noktadaydım. 

Konu üzerine o kadar çok düşmüş, o kadar çok okumuştum ki artık birikenlerin bir şekilde dışarı çıkması gerekliydi. Tabii bu illa sinema ile olacak diye bir şey yok. İnsan yazabilir, çizebilir, başka şeyler yapabilir. Ama benim isteğim, benim arzum bunu sinema yoluyla anlatmaktı. Bu soruları, kafamdaki soruları sinema yoluyla sormaktı. O yüzden çok fazla da önüne arkasına bakacağım bir süreç değildi. O yüzden evet, biraz delilikti. Ama gerçek anlamıyla delilik yani!

Vasvi: Ben şöyle düşünürüm; zaten bir taşma yaşamak gerekir ya hani...  Zaten sanatla uğraşmak birazcık da böyle bir delice dışavurum gibi gelir bana bazen. Bilmem, emin değilim. Ya da belki biz böyle değişik bir ülkede yaşadığımız için mi böyle hissederim? Ama hani belli bir doygunluğa ulaşır insan ve artık içindekini söylemesi gerekir. Artık ya delirirsin, yani gerçekten delirirsin ya da bir şey üretirsin. 

Doğuş: Bir de bu süreç, yani sinema, dünyanın, sektörün en canlı olduğu yerde dahi yapsan, belki elinde çok iyi de maddi imkanlar da olsa, aslında acı verici. Büsbütün... Yani bir şey üretmek aslında bir noktada acı verici. Bilmiyorum, belki de ben yanlış deneyimliyorumdur, bu benim hatamdır. Ama benim iç gözlemim de, dış gözlemim de olayın böyle, oldukça acı verici ve zor olduğu. O yüzden belki de bunu yapmaya niyet etmek en başında hafif bir delilik olabilir. Her anlamda.

Bulut: Bir şey üretiyor olmak, günün sonunda bittiğinde o üretim süreci iyi gelebilir tabii, ama büyük bir çoğunluğumuz izleyiciden ibaret kalarak da bu hazzı yaşıyoruz. Çünkü sinema yapmak aynı zamanda çekim saatini gün ışığını yakalayacak şekilde ayarlamak demek. Oyuncuların alana geliş gidişini organize etmek, ezberlerini yaptığından emin olmak, kostüm ayarlamak demek vs. vs... Bunca sorumluluğa rağmen bu üretime duyduğunuz arzunun temel nedeni ne? Çünkü buradan bakınca sadece dışsal faktörlerin sizi ittiği bir şeyi gerçekleştirmediğinizi, yaptığınız işin kendisine de büyük bir sevgi beslediğiniz hissediliyor.

Doğuş: Bir şey anlatmak istedim dedim ya, herkesin bir anlatma mecrası var bence. Bir kişi misal resim yaparak anlatabiliyordur hissettiklerini, düşündüklerini, başka biri yazarak. Ben bir şey anlatmak istediğimde sinema yoluyla anlatmak gelir içimden. Benim anlatabileceğim, benim kendimi ifade edebileceğim alan o sanki. 

Bir de, aile durumları nedeniyle çok küçük yaşlarda evde yalnız başına kalmış ve  her zaman filmlerle vakit geçiren bir çocuktum. Babamla kaset kiralama dükkanına yeni gelmiş ne kadar kaset varsa kiralayıp  -kaset diye, VHS bir şey vardı o zaman!-  bütün gün onlarla vakit geçiren bir çocuktum. Sonraları TV dönemine geçildiğinde, bütün boş zamanlarında, evde yalnız kaldığım bütün zamanlarda film seyretmeye devam ettim. O dünyanın içinde kendini mutlu, güvende, huzurlu hisseden, yani sanki biraz bakıcı, anne, baba rolünü filmlerin üstlendiği bir çocukluk yaşadım. Çünkü onlar vardı yanımda, onlar bakıp büyüttü beni. Oradan gelen bir şey var bence. Mesela ben rüyalarımı film olarak görürüm. Zaten yazdığım senaryoların da önemli bir bölümünü de rüya olarak görmüşümdür. O açıdan da biraz şanslıyım. Üstüne düşünürüm, yazarım, geliştiririm evet ama temelleri rüyamda gördüğüm şeylere dayanır. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Çocuk yaşlarda filme çok fazla maruz kaldığı için beyin o şekilde şekillendi belki. Bilmiyorum tam olarak. Zevklerimiz ilgilerimiz nasıl gelişir kim bilir. Ama ben kendime dışarıdan baktığımda herhalde sebebi bu diyorum. 

Bulut: Filmlerinizin teması çoğunlukla kader, ölümlülük insanlarının istemedikleri bir gerçeklikle çevrili olması ve bundan çıkma arzusu etrafında dolaşıyor. Belki bu anlamda sinema biraz da sizin gerçekliğe karşı bir baş kaldırınız ya da gerçekliğin karşısında sessiz kalmama isteğiniz demek mümkün mü?

Doğuş: Evet, çok doğru bir gözlem. Film senin kendi gerçekliğini, kendi dünyanı yaratabildiğin, kendi dünyayı görme biçimini yansıtabildiğin bir nokta. Senin içine hapsedildiğin gerçeklikten belki bir noktada kaçabildiğin ya da içine hapsedildiğin gerçekliğin sana hissettirdiğini kendi gerçekliğinde anlatabildiğin alternatif bir gerçeklik tabii ki. 

Bulut:  Bu durumda sinema Alice’in içine düştüğü tavşan kuyusuysa, Vasvi de senin takip ettiğin tavşan mı? 

Doğuş: (gülüyor) Bilmem. 

Bulut : O birlikte çalışma süreci nasıl ilerler?

Vasvi: Vallahi şöyle; benim kurmaca ile ilgim çok fazla değil. İşin senaryo kısmıyla çok fazla ilgilenmem. Çünkü benim öyle bir hayal gücüm yok. Rüya da görmem. Dolayısıyla görmediğim rüyalarımda da bana bir şeyler gelmez. Ben kendi kendime kalmış olsaydım eğer, yolum Doğuş’la kesişmeseydi yani, muhtemelen belgesel yapmaya devam ederdim. Ben biraz daha insanları dinleyip onların anlattığı hikayeleri, “gerçeği” kaydedecek şekilde çalışmaya alışkındım. Bir şeyler kurma konusunda da çok iyi değilim. Ama beraber çalışmanın şöyle iyi bir yanı var bizim için, ki en sevdiğim yanı da budur; seni çok üstüne konuşmadan anlayabilen bir takım arkadaşı çok iyi bir şeydir. Yani sen o masadan kalktığında biri senin bıraktığını yazmaya devam eder ama bir başkası değişiklik olduğunu anlamaz. Aynı işi devam ettirebilmek, gerçekten işbirliği yapabilmek, kavga etmeden, tartışmadan…

Bulut: Biriniz düş gücünün uzaklaşmanın savunucusu iken, diğeriniz gerçekle  daha doğrudan ilişki kurmak isteyen taraf.

Doğuş: Öyle

Vasvi: Bu şöyle oldu: İlk iki filmi Doğuş yazdı, beraber yönettik. Üçüncü film Teslimat ’ta ben fark ettim ki benim keyif aldığım şey bu filmlerin festival yolculuğu. Çünkü benim heyecanım, iyi bir festival bulmak… Ben fark ettim ki, beni bir yerden sonra en fazla heyecanlandıran yapımcılık, işin para bulma ve teknik boyutu… Filmin üretilebilecek hale geleceği imkanları sağlamakla ilgilenmeyi tercih ettim. Beni en çok heyecanlandıran Doğuş’un yazdığı ve çektiğimiz filmleri bir şekilde uluslararası alana taşıyabilmek ve bizi herhangi bir yere davet ettiklerinde, burada veya yurtdışında fark etmez, sahneye çıkıp filmlerimizi anlatmak. Bazen onun şakasını  da yaparım, ben hayatımı böyle devam ettirmek isterim aslında. Çıkıp konuşmak bir şeyler anlatmak isterim. Bir yerden sonra kendi rolümü öyle buldum. Ben bundan sonra yapacağımız filmlerin de yapımcısı ve festival stratejisti olacağım. Yani, filmlerimiz nasıl yapılacak, nereden para bulunacak, nasıl ekipmanlar gerekecek, kim nereden gelecek, nereden gidecek, dünya prömiyeri ve devamı için hangi festivallere başvurulacak gibi konulara karar vereceğim. 

Doğuş: İşin güzel yanı şudur bence: İkimiz de karşıdakinin keyif aldığı alanlarla ilgilenmiyoruz. Ben mesela utanırım bazen insanlar bana kaç tane festivale gittiniz, hangi ülkelere gittiniz, geçen gittiğiniz festival neydi diye sorduğunda. Çünkü bilmem! Bunu da söylemeye utanırım… Dışarıdan nasıl görünür bilmiyorum. Umurumda değil anlamında söylemiyorum bunu ama beni heyecanlandıran kısım hayal etme ve hayali yansıtabilme kısmı. Film bittiğinde yani ortaya çıktığında benim için olay biter. Ha tabii ki giderim ve seyirciyle oturur izlerim, onun keyfi bambaşka bir şey. O kısımlardan bahsetmiyorum.. Ama filmi realize ettiğim anda o süreç, o öykü benim için tamamlanmıştır. Vasvi için ise orada başlar. O andan sonraki süreçten çok keyif alır. Birbirimizin alanlarına girmiyoruz, girmekle de ilgilenmiyoruz. Umurumuzda değil yani. O yüzden birlikte çalışmak zor değil mi diye sorduklarında, değil diyorum, çünkü iyi ki var da ben o konulara hiç ilgilenmek zorunda kalmadım. Bugün bana sor nasıl yapılır onun ilgilendiği kısımlar hiçbir fikrim yoktur. Yani festival için müzik telifi belgesi göndermek nasıl yapılır mesela? Ya da ne bileyim ben bazı bürokratik konular nasıl yürür hiçbir fikrim yok, hiç öğrenmedim.

Bulut: Biraz tango gibi sanki; aynı yöne doğru ufak adımlarla  ilerliyorsunuz...

Vasvi: Evet, doğru. Bana sor mesela, 2015 Ocağında ya da Mayıs ayında hangi festivale gitmişti, hangi film ya da hangi büyük festivaldeydi, onların hepsini sana sayabilirim. Çünkü ben ondan keyif alırım. Hedeflediğimiz bir festivale ya da kafamın arkasında olan bir yere girmeyi başarmak yorgunluğumu atma biçimidir benim için. Çünkü o büyük festivallere binlerce başvuru olur ve başvuruları guduru değil de belli bir planla yapmak şarttır. Düşünün 100 ülkeden 6 bin başvuru alan bir festivalde 40 filmden oluşan resmi seçkiye girebilmek için, hangi filmle hangi festivale başvuracağınızı çok iyi bilmeniz gerekir. Bunu da zamanla yaparak öğrendik.       

Doğuş:  Tabi şey de demek istemem bu arada, o süreci önemsiz görmüyorum ben de. Filme sahip çıkmak anlamında çok önemli. Çünkü bu ben yaptım, ben göreyim diyerek yaptığın bir şey değil... Seyirciye ulaşsın diye yapılan bir şey film çekmek, insanlar seyetsin diye. O süreç olmasa her şey eksik kalır, tamamlanamaz. O yüzden dediğim gibi umursamadığım, önemsiz gördüğüm bir süreç değil, sadece işin o kısmı bana ait değil. 

Vasvi: Tabii, çok önemli. Bizim filmimizin gösterilmesini çok istediğim festivallere mesela Şili’de “Cine de Lebu”ya, İngiltere’de “Leeds”e, ya da Japonya’da “Short Shorts”a seçilmek beni çocuk gibi sevindirir. Çok gitmeyi istediğin bir grubun, mesela Rammstein’ın konserine gitmiş gibi. Biz orada olmasak da -ki pandemiden dolayı son filmle çok fazla bir yere gidemedik ama- gidebildiğimiz yerlerde yaşadığımız heyecan bana yeter. 

Doğuş:  Film gitti de biz gidemedik.

Vasvi: Filmin kendisi (Teslimat) en az 65 tane festivale gitti! Biz bir ya da iki tanesine gidebildik işte. Ama orada olmak da çok heyecanlı. O  değişik bir haz verir bana. Bir de kafanda hayal edersin ya, Doğuş filmi hayal eder. Ben de şunu hayal ederim; bu film burada olabilir mi acaba? Bu festivale gider mi, ya da bu festivale bizi seçerler mi? Dediğim gibi işte beş bin, bazen daha da fazla sayıda başvuru alırlar. Filmi göndermek ve sonucu heyecanla beklemek… 

Doğuş: Ya da mesela film için sponsorluklar aramak da hiç benlik bir şey değil, tam Vasvi’ye göre, hiç ilgilenmiyorum.

Vasvi: Yani, bir keresinde, vaktin çok dar olduğu bir etkinlikte, üç buçuk dakika konuşarak “Kısmet” için fon buldum. Severim konuşmayı…  

Doğuş: İyidir o konularda.

Bulut: Bir anlamda yaptığınız iş bence Kıbrıs'ın kendisine çok benzeyen bir şey, ne kadar anarşik olsa bile. Çünkü burası gerçeklerin çok belirgin olduğu bir yer. Kurulan düşlerin de aslında bir o kadar belirgin. Çünkü o kadar boş alan var ki düş kurabilecek, insan aynı düşü uzun yıllar boyunca kurabilir. Ama aynı zamanda günlük hayatın bürokrasisinin, diplomasisinin de çok çok baskın olduğu bir yer. Vasvi ’nin başarıyla kotardığı ve aradan sıyrılabildiği o ilişkilerin. Peki bu kadar bu ülkeyle yoğrulmuş, ona karşı verilmiş bireysel bir cevabın dışarıdaki seyirciyle karşılaştığında aldığı reaksiyonlar neler? Size Kıbrıs'tan gelen, buraya özgü endemik bir şeye gözüyle mi bakıyorlar? Yoksa daha farklı bir ilişki mi kuruluyor filmlerinizle?

Doğuş: Hmm... Tabi biz sadece bize söylenen kısımlarını bilebiliriz. Mesela jürilerin ödül verirken yaptığı, ya da gittiğimiz yerlerdeki seyircilerin yaptıkları yorumları. Aslında biraz daha evrensel bazı yerlere dokunuyoruz sanırım. O yüzden genellikle hep ortak hisleri yaşadığımıza dair yorumlar geliyor seyirciden. Yerel ya da bireysel bir şey değil de, daha kollektif yerler. Örneğin Olağan Denemeleri ilk yaptığımda kendi deneyimim üstünden ne olduğunu çok anlatmadım, çünkü biraz çekindim. Travmatikti benim için  o dönem. Bu kadar acı çektiğimin dışarıdan görülmesi pek iyi hissettirmedi bana. Hem de ailem duyarsa üzülürler mi diye düşündüm. Senaryonun kendi deneyimime dayandığını sadece oyuncumuz Hatice bilirdi ve Vasvi. Seattle Film Festivali’nde birinci gelince bizi oraya çağırdılar. Bir salon dolusu, neredeyse tamamı yabancı insanla filmi seyretmeye oturduk. Ardından da soru cevap kısmı oldu ve o kısmında öyle bir sohbet döndü ki... Bir sürü Amerikalı seyirci ‘sanki de benim öykümü anlattın’ dedi. Kapının önünde bir saat kadar insanlar kesik yerlerini gösterdiler, yakınlarının nasıl intihar ettiğini, ne hissettiklerini anlattılar uzun uzun!  Ve gerçekten de ne kadar paylaşılan bir deneyim olduğunu gördüm. Japonya’ya gittik. Japonya'da jürilerin yaptığı yorum, ‘kendimizi bulduk, kendi kültürümüzü bulduk’ dedi insanlar. Şimdi bizim Japon kültürüyle ne alakamız var? (gülüyor) Aslında varmış demek ki. Absürt bir gerçeklikte yaşadığımızı düşünürüm. O açıdan filmler de bizim gerçekliğimiz gibi buram buram absürtlük tüter. Ama aynı zamanda  dünyanın geriye kalanıyla ortaklaşan temalardır da…

Vasvi: Evrensel.

Bulut: Bizi Kıbrıs'ta çevreleyen bu kabuğu, gerçeğin kendisi gibi gözüken bu kurgusal hayatları sinema  yoluyla kırıyorsunuz ve ortaya insanın kendisi çıkıyor. Ve bu insan da Meksika'da da insan, diğer coğrafyalarda da insan. Nereye yolunuz düşüyorsa orada.

Doğuş: Evet, güzel dedin. 

Vasvi: Çok güzel.

Bulut: Kendi deneyiminizle başkasınınki bu kadar yakınlaştığı zaman, aradaki mesafeler kalktığında hangi coğrafyadan olduğunuz, hangi kişisel geçmişten geldiğiniz önemsizleşip orada insana ait bir şey bulmanızdan sonra, bütün bu üretim sürecinden sonra okuduğunuz, izlediğiniz insanlarla aranızdaki mesafenin azaldığını hissettiniz mi? Başka bir yönetmenin çektiklerine bakıp ‘evet burada ben şu an kendimi görüyorum.’ Ya da yabancı hatta ölmüş bir yazarın söylediğinin sizin için günümüzde yayınlanan bir gazetenin manşetinde yazan bir sözden çok daha fazla anlam ifade ettiği oldu mu?

Doğuş: Benim açımdan hep öyleydi. Yani sana  bahsettiğim o filmleri izlerdim ve o dünyanın içinde huzur, mutluluk bulurdum. Korku, ölüm, kendini anlama çabasında evet yalnız değilim duygusunu kendi adıma alırdım. “Evet ben yalnız değilim…” Bu insan da bunu düşünmüş, bu insan da bunu hissetmiş’ duygusunu her zaman için duyardım. O açıdan büyük bir değişiklik olmadı. Film yaptıktan sonra da tam aksi istikamette aynı şeyi hissettim. İnsanların yorumlarını dinledikçe  ‘Benim gibi insanlar da var’ duygusu pekişti... 

Bulut:  Özgürleştiren bir yalnızlık?

Doğuş: Evet. Kendi öykümü anlattığımda anlaşılması, duygunun özdeş olduğunu görmek bir parça özgürleştirici bir deneyim oldu, evet. 

Vasvi: Şimdi de mesela şeyi söyleyeyim ben de oradan belki bağlayabilirsem… Şu çok hoşuma gider; işte başarıp da gidebildiğimiz zaman seçildiğimiz bir festivale, orda değişik deneyimler yaşıyoruz. Sonuçta biz ünlü yönetmenler değiliz. Yani kimse bizi tanımaz. Onun şöyle bir avantajı var -ki ben buna bayılırım-,  oturun insanların arasında onlar senin filmin yönetmeni olduğunu bilmezler ve filmle ilgili hiçbir şeyden çekinmeden güleceklerse gülerler, bir reaksiyon göstereceklerse gösterirler ve onu dinlemek, görmek çok biricik bir deneyim. Bir Amerikalının başka bir şeye, bir İspanyol’un aslında başka bir şeye güldüğünü ve veya şaşırdığını izlemek, onu gözlemleme şansı bulmak bana çok değerli gelir. Birazcık da gazetecilikten gelen bir refleks bu sanırım… Öyle orada durup ‘aaa demek buna güldünüz?’ diyebilme lüksü (gülüyor). 

Doğuş: Evet o doğru aslında. Gerçekten de bazen bazı kültürlerin, bazı farklı şeylere güldüğünü gördük. Biri komik bir yanından yakalar onu, başka biri başka bir yanından. 

Vasvi: Ya da orasına gülmez, senin hiç gülmediğin başka bir yerde bir kahkaha duyan. Bir grup kahkaha bir tane değil tabii. Bir tane olunca delidir denilebilir belki de bir grup kahkaha duyunca hah derim tamam, burada bir şey buldu bu insanlar (gülüyor). 

Bulut: Tabii siz bunu bütün bir hayata yaymış olduğunuz için sinemayla ilişki kurma, bir sinema yapmayı öğrenme, zorluklarıyla yüzleşme, aşma, ürün ortaya koyma, başka evreye geçme vs. belki bu kadar farkında değilsiniz ama bütünüyle hızlı bir şekilde düşününce çok baş döndürücü bir şey. Bir insanın film yapmayı hayal etmesi, yapabilir duruma gelmesi, kendi deneyimiyle yüzleşmesi ve bunu meta haline getirmesi, sonra bunun dış ülkelerde başka arka planlardan gelen insanlarla buluşması ve onlarla bir ortaklık kurulması. Bunun kendisi yeteri kadar baş döndürücü. Belki zorluklarına alışmışsınızdır, bazı şeyler kabul etmişsinizdir falan ama, bu baş dönmesinin farkında olmayan ülkeye karşı ama bir kırgınlık ya da öfke duyar mısınız ara ara?

Doğuş: Hmm... Duymam!  Hatta şöyle, aksine, bu ülkede sinema yapmanın bazı yönlerden dezavantajları olsa da kendimi birçok yönden şanslı sayarım. Örneğin sistemsel olarak, üst yapı olarak, sanata gerçekten değer vermeyen bir yapının içindeyiz. Artık bir noktada da bunu bilinçli olarak yapıldığını bile düşündüğüm oluyor. Çünkü bir noktaya kadar bir şeyler umursamazlık olarak sayılabilir de bir noktadan sonra artık maksat aramaya başlarsın ya, o kadar istikrarlı bir şekilde sanat üretimi yapılmasını engelleyen bir sistemin içindeyiz ki artık bu başka şeyler düşündürmeye başladı. O kısmını bir kenara koyuyorum, ama onun dışında toplum yapısında mesela yaptığın iş büyük değer görür. Bir festivale gitmen, bir yerden ödül alman hiç tanımadığın, senin toplumunun içinde hiç tanımadığın insanlar tarafından mutlulukla karşılanır ve buna büyük değer verilir ve bu çok önemli bir şeydir. Bu açıdan kendini yalnız hissetmemek, seninle birlikte seni hiç tanımayan insanların da sevinmesi çok değerli bir şeydir. Çok motive edici bir şeydir. Bu kadar zorlukla başa çıkabilmeyi sağlayan şeydir, birincisi bu. İkincisi: Tabii ilk başlarda bunu düşünmedik ve belki böyle bir şey yaşanacağının da farkında değildik ama, insanların ‘biz burada film yapılabileceğini düşünmezdik. Ama gördük ve biz de film yapmaya karar verdik’ ya da ‘biz de kendi alanımızda şunu denemeye karar verdik’ demesinin getirdiği mutluluk, yapılamayacağı düşünülen bir şeyi yapmış olmanın verdiği keyif çok önemli. Zorluk ne kadar büyükse onu aşmanın verdiği keyif ve haz da o kadar büyür ya. Öyle bir şey… Ama tabi keşke böyle olmasaydı. Keşke çok kolay olsaydı bütün bunları yapmak. Dileğim kolaylaşması…

Vasvi: Çok kollektif bir sevinç var ve bu çok iyi hissettirir bana. Çünkü bu toplum çok küçük ve o sebepten ya da bu sebepten adı her neyse, çok uzun zamandır uluslararası arenada yoktur!  Uluslararası alanda spor bile yapamazsın, kısıtlıdır imkanlar. Dolayısıyla sen bir film yapıp yurt dışında bir şeyler başardığın zaman bu hiç tanımadığın insanlarda dahi büyük bir sevinç yaratır ve bu  da iyi hissettirir.  Çünkü toplumda bir karşılığı vardır ve bu sahici bir karşılıktır. Ben çok sahici görürüm insanların bizim başarılarımıza sevinmesini. Hiç tanımadığımız insanlardan kutlama mesajı aldık. Hiç tanımadığımız insanlar bizimle gurur duyar.  

Doğuş: Ekstra katmanlar getirir işe. Senin kafanda,  senaryo yazan bir insan olarak, film çekmek isteyen bir insan olarak belli fikirler, belli amaçlar var. O amacın altına ek amaçlar, ek katmanlar giydirir.

Bulut: Şöyle bir hayalim var:  Ben, sizin bu ülkenin sağladığı destekle çektiğiniz uzun metrajlı filmi Göçmenköy’de bir açık hava sinemasında oradaki insanlarla birlikte izleyebilmek, arkasından sizin bu ülke, bu ülkede yaşamanın yorgunluğu hakkında perdede yaptığınız yorumdan beslenen başka bir sanatçının ya da bir siyaset insanın, toplumsal bir figürün her neyse, bundan geliştirdiği görüşle tartışmalarımızı zenginleştirmesini çok isterdim. Çünkü sinema biraz da kitlesel bir şey ya, yönetmenlerin fan orduları olur festivallerde filmler birlikte izlenir vs... Ama görebildiğim kadarıyla Kıbrıs'ta...

Vasvi: Ama bahsettiğin başarılar sevgili Bulut, daha bireyseldir. Yani sen yönetmen olarak sevinirsin. Belki yakınında birkaç arkadaşın, o ekipte olan birkaç kişi sevinir. Ya da işte annen, baban, ailenden insanlar sevinir. Biz burada bir şey başardığımız zaman bütün toplum sevinir! Bizi buradan Japonya'ya Oscar seçmelerine insanlar nasıl yolladılar? Hiç unutmaycam…Bu başka türlü bir şey.

Bulut:  Bunda  hiç şüphe yok. Benim merak ettiğim sadece şu: Ben benim kendi deneyimim de bu, çevremdeki insanların da. Genellikle filminizi tek başına izliyor insanlar. İnternetten ulaşabildiklerinde Ya da küçük gruplar halinde. Mesela benim için sizin  kısa metrajlı filmlerinizi izlemek şiir okumak gibi bir deneyimdi. 

Doğuş: !!!

Bulut: Tek başıma yapılan bir şey ve çok içe dair bir şey. Özel bir şey. Bu yaptığınız işin duygusunu çok değiştiren bir durum bence. Hayal ettiğim toplum de, herkesin bağıra bağıra şiir okuyabildiği bir toplum mesela.

Vasvi: (gülüyor) Anladım.

Doğuş: Evet, ama şu da var; bunu hayal edip bunun için çalışmaya devam ederken bir yandan da bu olmadığı halde bir şeyler yapmaya devam etmek zorundayız. Çünkü zaten bir noktada sistem senin bir şeyi yapmanı istemiyor ve ona izin vermiyorsa orada ekstra yapman gereken bir şey var demektir.

Bulut: Neden sizce? Bu ilgisizlik bilgi eksikliğinden mi kaynaklanır, kavrama eksikliğinden mi kaynaklanır? Kasıt mı var? Varsa nedir?

Doğuş: Ben de çok merak ediyorum. Sadece sinema değil sanat politikası yoktur. 

Bulut: Gerçi enerji politikamız da, ya da her hangi bir konuda politikamız yok ama sanat daha belirgin.

Doğuş: Evet, enerji politikası da yok. Enerji politikasının olmamasının yarattığı başka  sonuçlar vardır, sanat politikasının olmamasının yarattığı sonuçlar bambaşka sonuçlardır. Enerji politikasının olmamasının yarattığı sonuçlar ekonomik sonuçlardır. Belki düzeltilebilirler. Sanat politikasının olmamasının yarattığın sonuçlar seni kültürel anlamda yok oluşa sürükler ve bu düzeltilemez. 

Burada bahsettiğim sanat politikası da üstten bakan anlamda bir politika değil. ‘Kıbrıs Türk kültürü budur,  ve bunu yaşatmaya devam edelim’ gibi bir yaklaşım değil. İhtiyacımız olan şey, sanatçıların sanatlarını icra etmesine, kendilerini ifade edebilmesine olanak sağlanması, bunların sergilenmesi ve insanların bunlara ulaşabilmesi için gerekenin yapılması. 

Bu, bence enerji politikasının olmamasından daha yukarıda olan daha öncelikli, daha acil, daha büyük bir sorundur. 

Burada ırksal bir şeyden, dil üstüne, din üstüne kurulu bir şeyden de bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey aslında bu topraklarda yaşayan insanların birlikte yaşama iradesi üstünedir ve bu şekilde birlikte yaşama irademiz de kırılıyor bizim. Gençlerimiz gidiyor, gelmiyor geri. Gençlerimizin gidip geri gelmemesinin sebebinin ben ekonomik öncelikli olduğunu düşünmüyorum, sebep ekonomik öncelikli gibi görünen toplumsal sorunlardır. 

Vasvi: Şunu düşünürüm, o noktaya gelememiş gibi hissederim. Bütçeleri idare eden insanlar hiç o noktaya gelemezler. Kafa olarak da gelemezler, fırsat da bulamazlar, vakit bulamazlar ve veya orada değiller.  Maslow'un hiyerarşisi gibi düşün ve ülkeyi de bir insan gibi düşünürsen hiç o raddeye gelemiyor işler. Ülke için bir kültür sanat politikası,  sinemayla ilgili bir herhangi bir düzenleme olmuyor, sıra bir türlü bunlara gelmiyor. Hep ilkel bir ‘ee ne yeyceyik?’ şeklinde temel ihtiyaçlar seviyesi. Temel ihtiyaçları da düzgün yapamıyoruz, birazcık sosyal medyayı takip edersen yollar yol değil, hava düzgün değil, şu öyle değil, bu böyle değil. Orada da sorun var ama onları çözemedikleri için kültür sanata sıra gelmiyor diye düşünürüm. Gelmiş geçmiş tüm yöneticilerin kabahati bu… Bir aylık, bir yıllık bir eksiklik değil bu yaşanan.

Doğuş: Bana en komik gelen aslında şudur; hap gibi yutacak bizi söylemi üstüne kurulmuş bir siyasi yapının gelinen noktada hap gibi yutacak bir şey kalmıyor oluşunun farkında olmaması.

Bulut: Yok olmaktan korkan, ama var olmak için de hiçbir şey yapmayan bir yapı.

Doğuş: Evet, ve bu olmanın ne olduğu konusunda çok beylik bir düşünce aslında.

Bulut: Belki yaptığınızın devrimci anarşizan tarafı da bu olabilir; kalıcı bir şey yapıyorsunuz. Kıbrıslıtürk toplumu değişecek, dönüşecek. Belki çözülecek, tamamen, belki daha fazla yoğunlaşacak. Ama sizin 2006, 2008, 2009 senesinde yaptığınız filmler hep kalıcı olacak ve eminim ki yeni bir günde onlara yeni gözlerle bakılacaktır. Oradan da hemen dümeni çok merak ettiğim başka bir yöne kırasım var: Filminizin görsel dili. Çok yalın bir anlatımınız var. Çok net, açık ama bunu rağmen çok de çok kişilikli bir görsel dil. Künyede isminizi görmeyen biri gene de sizin filminiz olduğunu tahmin edebilir. Bu kasıtlı bir şey mi, kendiliğinden oluşan bir durum mu?

Doğuş: Görsel dil benim de son zamanlarda daha fazla önem verdiğim bir şey. İlk filmi daha içgüdüsel bir şekilde yaptım. Çünkü senaryoyu yazarken aslında görselleştirerek yazdım, yazarım. Ben görürüm ve görüp yazarım.  O kare neye benzeyecek bilirim yani.

Bulut: Kelimelerle düşünmüyorsun.

Doğuş: Evet, görerek düşünürüm, görseli ile düşündüğüm için nasıl çekmek istediğimi bilirim. O yüzden aslında  senin gördüğün o şey büyük olasılıkla benim görme biçimim. İkinci filmde yavaş yavaş başlayan son filmde biraz daha bilinçli yaptığım bazı tercihler var. İlk filmde vardı diyemem. Bilerek tercih ettim de böyle yaptım diyemem. Kafamın içinde öyle gördüm, öyle yaptım ikinci filmde biraz daha o sabit açının aslında felsefi olarak neyi referans ettiğini düşünerek ve ona göre düzenleyerek bazı yerleri değiştirdim. Üçüncü filmde daha da planlı gittim. Görsel dil ve bakışın ardındaki felsefenin önemi bakımından…

Bulut: Üçüncü filminizdesiniz ve ilk filminizden bu yana hatırı sayılır bir süre geçti.  Bu süre içinde muhtemelen sizin kişilik eğilimlerinizde değişim, dönüşümler olmuştur. Bu dönüşümü sinemasız yaşasanız gene aynı şekilde olur muydu? Yoksa sinemada dönüşmek başka türlü bir şey mi? Ki bayağı bayağı sinemayla büyüyen insanlarsınız. Yurt dışındaki örneklere baktığım zaman istisnaları olmakla birlikte genellikle belli bir yaşa gelene kadar bekliyor insanlar kendi filmlerini çekebilmek için. Siz ise sinemanın içinde yetiştiniz.

Doğuş: Aslında evet, daha nadir olsa da çok daha genç yaşta da çekenler, hatta uzun metrajlı film çekenler de var. Benim özelimde, kendi dönüşümüme çok katkı yaptı. Kendimi açmayı öğrenmeme, açık olmama yardımcı oldu. Zaten açık olmadan sanatın hiçbir dalı yapılamaz. Kendi kırılganlıklarını açmadan, yaranı ortaya koymadan bu işi yapamazsın. Ama ben şunu görmüş oldum; yaramı ortaya koyduğunda aslında bunun benim için de iyi bir şey olduğunu görebildim, şahsi düzeyde. Tabi şu da var, bir işi çıkarıp ortaya koyduğunda o artık dışarıdadır. Sadece hassasiyetini açma boyutunda değil, hesap verme boyutunda da oradadır. 

İlk iki filmde çok önemsememiştik, şartlar da biraz öyle getirmişti ama aksan konusunun benim için önemli olduğunu da fark ettim.  Kıbrıs ağzının, bizim kullandığımız dilin görsel medyaya yansımasının tamamen espriler, şakalar ve dalga geçmeler üstünden ilerlemesinin beni üzdüğünü fark ettim… Bu yüzden de son filmde Kıbrıs ağzını kullandım ki izleyen insanların dramatik, içinde gerilim olan bir filmde de bu ağzı görebilsin. Sonuçta bu bizim hayatımız, biz hayatımızı bu aksanla yaşıyoruz. Üzüldüğümüzde de bu aksanla konuşuyoruz, ağlarken de bu aksanla derdimizi söylüyoruz, korktuğumuzda da bu aksanla korkuyoruz. Bu Kıbrıs Türk ağzının, bu lehçenin komedi ile, (ki ona da büyük ihtiyaç vardır, komedi hayatı yaşanılır, dayanılır hale getirir ve çok önemlidir) anılmasına gerek yok. Matrak bir halkız ve bu çok müthiş bir şey. Ama sadece bunun olmadığını anlatmanın, bu yönden de bakmanın önemli olduğunu gördüm. Sonuncu filme baktığımda öyle bir değişim de var.

Vasvi: Filmin sorduğu soruları da söyle bence.

Bulut: Bence de.

Doğuş:  Henüz ilk iki filmini çektiğimiz üçleme [Olağan Denemeler ve Kısmet], temel olarak seçme şansı var mı, seçim diye bir şey var mı diye soran filmler. Hatta birinci film aslında, kendini nasıl öldü öldüreceğini,  nasıl yaşayacağını vs. üzerine seçme şansım var mı diye sorar. İkinci film  aynı soru gibi duyulsa da, seçme şansın yok mu diye sorar, ki aynı soru değil.  Yani ben öldüğümde nasıl gömüleceğimi seçme şansım yok mu? Belki biraz daha da agresif bir şekilde. Üçüncü filmin de tüyosu vereyim: Üçüncü film de seçim var mı diye soracak. Seçim diye bir şey var mı? Böyle bir üçlü üçleme. Görünürde bunlar gibi değil. Yani görüntü, film, başka öyküler var. 

Son yaptığımız film Teslimat da aslında bir noktada başka şansın yok mu diye sorar oradaki şoföre. Benim filmi yazma sebebim, yapmak zorunda olduğumuzu zannettiğimiz ufak ufak ufak ufak kötülükleri, yanlışlıkları gerçekten yapmak zorunda mıyız?diye sormak. Çünkü sistem seni öyle bir işler, seni öyle pozisyonlara sokar ki günlük hayatta aslında yanlış olduğunu bildiğin çok fazla şey yapar noktaya gelirsin…  Yanlış olduğunu bildiğin birilerine zarar vereceğini bildiğin pek çok şeyi ‘yanlış biliyorum ama bunu yapmak zorundayım’ diyerek yaparsın… 

Bulut: Yine yerel, buraya ait bir deneyim.

Doğuş: Evet bir noktada yerel  bir deneyim. Gelgelelim, evrensel anlamda iyilik ve kötülük diye bir şeyden bahsedebilirsek,  ahlaki anlamda değil, iyilik ve kötülük neticede çok tartışılır kavramlar, ama başka birine, bu başka bir insan, doğa ya da başka bişey olabilir, zarar verme kavramıyla ilgili. Karşındaki insana zarar verecek, birini üzecek, birine zarar verecek, birinin canını yakacak bir şey yapman isteniyor. Yapmaman gerektiğini biliyorsun. Ama sana o anda konformist gelen, kolay gelen şey bile bile bunu yapıp, kendini de yapmak zorunda olduğuna inandırmak… Kötülükten bahsedebilirsek eğer, açlıktan, zulümden bahsedersek eğer, bu bir kaç şeytani karakterin yaptığı çok büyük kötülükten midir, yoksa hepimizin yaptığı küçük küçük şeylerin, görmezden geldiğimiz şeylerin birleşimi midir? Teslimat o küçücük bireysel kararların aslında büyük şemada neye denk geldiği hakkında benim için… Benim için ne anlamı olduğunun bir önemi varsa eğer… 

Bulut: Peki izlenilmesi için yapılmış bir işin gerçekten karşılık bulması ve tüm dünyada izlenilmesi nasıl bir haz sağlıyor?

Vasvi:  Japonya'dan ‘Oscar seçmelerindesiniz’ diye mail geldiği zaman,  Usain Bolt gibi yüz metre koşasım geldi. Çünkü tam Ledra Palace barikatını geçtim, bir mail geldi, açtım ve ondan sonra kendimi durduramadım! Delice bir sevinç yaşadım! Sonra Leeds Festivali mesela. ikinci film Leeds’de yer aldı, ki çok büyük bir festival. Onun sevinci de böyle benzer bir sevinç. Üçüncü filmde artık kurdeşen döküyordum! Çünkü bize bilgi verdiler “seçildiniz Torino’ya” diye ama “yirmi gün bekleyeceksiniz, biz açıklamadan siz duyuru yapmayacaksınız” dediler. Japonya'da da öyleydi. Bir sürü prosedür vardı, işte o kağıdı, bu kağıdı imzala…Bunlar hiç alışık olduğumuz şeyler değildi. Onu imzala, müziğin orijinal olduğunu ispat et falan. Onları da çok titiz yapman lazım. O günler geçene kadar ben her gece soğuk soğuk terledim. Aman bir şey olmasın, bir an önce açıklansın, çünkü sonuçta bir şey olabilir, engellenebilir. Bunun çekincesi de vardı. Torino’ya seçildiği zaman film, onlar da bir tarih verdiler. Dediler ki “biz Kasım’ın şu günü, on bir Kasım’da web sitesine koyacak ve açıklayacağız.” O güne kadar açıklamamak lazım, ama içimde bir sevinç, bir heyecan, bir de endişe. Aman son anda bir engelleme olmasın, bir şey olmasın diye… Ve böyle üstümden bir şeyleri döküldü, kurdeşen döktüm resmen stresten. Duyuruyu yapacakları sabah festivalin web sitesi yoğunluktan açılmadı. Ecel terleri döktüm…  

Bulut: Biriniz dışa, diğeriniz içe dönük yapıyor galiba filmi. Birinizin izleyicisi içeride, diğerinin dışarıda.

Doğuş: Evet, güzel bir tanım.

Vasvi: Bu toplumun sevinmeye ihtiyacı var. Bu toplum izole. Ben bu topluma çok kızgınım. Mesela ganimetten kızgınım. Çocuğuna iş verecek diye yanlış partiye oy verilmesinden kızgınım. Saçma sapan insanların hiçbir bilgi birikim sahibi olmadan bir yerlere gelmesinde çok kızgınım. Ama bir yandan da çok ciddi bir sempatim var bu topluma. Bu toplum uluslararası arenadan dışlanmıştır, hiçbir şeye erişemiyor. O sebeple, bu sebeple. Bu toplumun uluslararası alanda görünür olması, bizde varız demesi beni çocuklar gibi sevindirir. Benim bütün motivasyonum budur. Doğuş film yapsın, ben de o filmleri uluslararası izleyici ile buluşturayım. Bende tarifsiz bir heyecan yaratır bu. Kıbrıslı Türklerin var olması ve “biz de varız” diyebilmesi beni çok mutlu eder. Çünkü çok ciddi engeller var. Uluslararası alanda başımıza bir sürü şey geldi. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, ama kurdeşen dökmem boşuna değildi… Film yapmak zor. Ama inan, bir Kıbrıslı Türk olarak yurtdışına filmle gitmek çok daha zor.  O yüzden değişik bir sevinç yaratır bende “biz de varız” diyebilmek.  Ve gittiğimiz her yerde ben, havaalanından çıkıp festival yerine gitmek için taksiye biner binmez, yol boyunca Kıbrıs nerededir, biz neden Yunanca değil Türkçe konuşuyoruz anlatmaya başlıyorum (gülüyor).

Bulut: Dışarıya bu kadar bir şey söyleme, gösterme ihtiyacın. Bu senin bütün değil ama en büyük motivasyonun. Peki içinde yaşadığın toplumun, insanların yüzüne karşı bir şey bağırır gibi hissettiğin oldu mu  hiç? Bu filmlerin aslında birer deklarasyon olduğunu düşündün mü? Tamam, Doğuş daha bireysel, içedönük motivasyonlarla üretiyor olabilir bunları. Bir iç hesaplaşma tarafı da var, evet. Ama bunun aslında sokakta bütün gün gördüğün gerçekliğe, bozuk trafiğe, çirkin binalara, bu bahsettiğin usulsüzlüklere, nitelik yoksunu insanlara karşı bir deklarasyon olduğunu hissettiğiniz olur mu hiç?

Vasvi: Yani ben galiba, bu özeleştiriyi birazcık kendim bir süredir çalıştığım televizyon programında [Mazi/Birlikte PIK 1] her hafta yaptığım için öyle bir gereklilik hissetmiyorum. Ben o programda Kıbrıslı Türkleri, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Rumları da Kıbrıslı Türkler’in acılarıyla yüzleştirme pratiği yaptığım için o konuda içimde kalan bir şey yoktur. Ama belki öyle bir televizyon programı yapmıyor olsaydım ve kendimi o programlar aracılığıyla ifade etme, söylenmeyeni söyleme imkanım olmasaydı, belki o zaman söylediğin gibi bir şey hissediyor olabilirdim.

Bulut: O zaman bu aşamada bir noktadan sonra şöyle bir ihtimal var mıdır sinemanınız için; daha doğrudan burasıyla ilişkili mesela buranın savaş deneyimi, mesela izole olma deneyimi, mesela kapıların kapalı olduğu dönemle ilgili yapılmış bir çalışma ve bunun üzerinden insan gerçekliğiyle ilgili bir şey söylemek gibi bir temenniniz var mı? Çünkü bu ülke hem güneyin, hem dünyanın dışında kendi içine kapalı bir yer olarak, sosyal bir laboratuvar gibi, bir plato gibi aslında. 

Doğuş: İçinde yaşadığımız absürtlük filmlere absürt durumlarla yansır. Kıbrıs sorunu da bu absürtlüklerden biri, bu konuda film yapmak konusunda çok düşündük Vasvi ile. Çok etkileyici öykülere denk geldik. Hiç yapmayacak değiliz, ama ortada da şöyle bir handikap var: bu adada üzerine anlaşılmış bir tarih yazımı yok, bu yüzden konuyla ilgili bakış açısı geliştirirken hatalar yapmaktan korkuyorum. Bu zorluğu aşmaya çalışıyorum, nasıl olacak henüz bilmiyorum.

Bulut: Ülke mi hazır değil?

Doğuş: Hayır, Ülke hazır değil değil. Ben hazır değilim. Ben diyebilsem ki yaşanmış olan budur. Ya da toplumlar uzlaşsa, kısacası bir şey olsa da emin olsam ki doğru açıdan bakıyorum konuya... Bu sıkıntının üstesinden gelmenin yollarını ararım. Yani insanların tepkisiyle karşılaşıp karşılaşmamak değil mesele. Kendimden emin olmak;  evet buraya, buna böyle bakıyorum. Ve bu bana göre hakkaniyetli bir bakıştır diyebilmek.

Bulut: Aslında ben şu ana kadar çektiğiniz filmlerin aradan zaman geçtiğinde böyle bir işlevi olacağını düşünürüm. Çünkü bu yaşadığımız süreçlerin bireyler üzerindeki duygusal bakiyesinin ne olduğu üzerine yapılmış bir şey yok nerdeyse ve bu da sürecin çok ciddi temel parçalarından bir tanesi. Bugün belki bu kendi gerçekliğini anlatmak ama ileride bir tarih çalışması niteliği de kazanacak belki. 

Vasvi: Evet kesinlikle, sosyo psikolojik haline dair  bu toplumun bir kesit sunacak.

Bulut: Çünkü bu ülkenin üzerine kafa yorulurken her şey masaya konuluyor. Ekonomik meseleler, gaz yataklarından tutun da kara sularına kadar. Ama insanları üzerine hiçbir şey yok ve siz onu koyuyorsunuz masaya. Yaptığınızın en değerli yanı da o bence; günden güne insansızlaşan, insani değerlerin aşındığı bir yerde masaya insanı koymak. Bu nedenle de yaptığınız bana bir anlamda çok romantik, ama diğer yandan da çok anarşizan geliyor ve en çok bu tarafını seviyorum sanırım. Teşekkürler! Bitirirken eklemek istediğiniz bir şey?

Vasvi: Sen bir sürü soru sordun ya Bulut, benim de sana bir sorum var. Mesela sen bir şair yazar olarak...

Bulut: Estağfurullah. Öyle bir şey yok! 

Vasvi: O zaman bir şair gibi düşünelim, öyle bir empati yapalım...

Doğuş:  Öyledir ya, estağfurullah dediğine bakma (gülüyor). 

Vasvi: Biliyorum öyle olduğunu. Yok beni kandıramaz zaten (gülüyor). Bir yazın dünya çapında bir yerde yayınlanacak, çok güçlü bir seçkinin içinde yer alacak olsan, nasıl bir kişisel mutluluk hissederdin?

Doğuş: Mutluluk hisseder miydin?

Vasvi:  Ya da heyecan?

Bulut: Çok prestijli bir seçkinin içinde hiç yer almadım.

Vasvi: İnşallah alın.

Bulut: ... Ama hiçbir zaman yolumun kesişmeyeceğini hayal etmediğim insanlarla aynı masalarda oturabilme ve onlara bazı yazdıklarımı okutma şansım oldu. Mutlu eden yorumlar da aldığım oldu onlardan. Ama kişisel olanı soruyorsan, benim meselem o kadar var olmak, var olmamak arasında ki. Bütün bedenimin, kişisel geçmişimin, benim dahil olduğum tarihin ve bunların karşısında bütün olmadığım şeylerin çarpışmasıyla ilgilidir ki beni yazmaya iten nedenler, ben hiç var olmama tarafını seçmeyi daha uygun buldum kendi yazdıklarım için. Yazmamayı dilerdim. Dolayısıyla bırak bir yerde yer almayı yazdıklarımın çoğunu yakmışımdır da. Gömmüşümdür, gemi yapıp denizde yüzdürdüğüm de oldu vs. Ve onların kopyaları da yoktur ortalıkta. Dolayısıyla benimki yaza yaza kendini var etmeye değil, yaza yaza yok olmaya doğru bir eğilim bir parça. Ölüme hazırlık belki. 

Vasvi: “Yok’a varmak?”… Hakan Günay’ın deyişiyle…

Bulut: Becerebildiğim kadar. Değişebilir belki günün birinde,  ama şu ana kadar ve şu an için böyle.

RÖPORTAJ ARŞİV

03-Eylül '23

03-Eylül '23

03-Eylül '23