Sadece var olarak ezberlere itiraz etmek nasıl olurdu? Tahini Molasses Kıbrıslı bir drag queen olarak ufak çaplı bir mucize gibi bir süredir bunun cevabını veriyor: Kendisine dayatılan bütün kimlikleri, dansı ve güzel sesiyle bir bir yıkıyor, yıkıntının ardından çok sahici bir şeyi, insanı çıkarıyor. Onunla bir arada düşünülemeyecek kılık kıyafetleri ve bir arada düşünülemeyecek düşünceleri nasıl birbirine bağlayarak dünyaya yeni gözlerle baktığını, cinsiyetçiliği yıkarken milliyetçiliği de nasıl alaşağı ettiğini, Brighton ve Londra sokaklarını, Edward Said’i, ilk kez birine “çok güzelsin” demeye cesaret edişini, arabada avaz avaz söylenen bir şarkıyı sahnede söylemeyi, çocukluk düşlerini, Lubunya Deprem’i, sakalını ve nenesini konuştuk.

TAHİNİ MOLASSES

Ropörtaj:
Bulut Ünvan

Kimi Zaman Bir Aynayım, Her Zamansa Kendim

Bulut: Merhaba. Sen kimsin ve hikayen ne zaman başladı? 

Tahini: Ben kimim... Kimim acaba? Kıbrıs'ta klasik bir ailede büyümüş biriyim ben aslında. Lefkoşa'nın içindeydim hatta, şehir çocuğuydum. İyi ilişkilere sahip bir ailenin parçasıydım. Belki biraz birbirimizden kopuktuk, ama günün sonunda gene de aile ilişkilerimiz iyiydi. O yüzden aile sevgisinin yoğun olduğu bir ortamda büyüdüm. 17 yaşına kadar gelene kadar Kıbrıs'taydım, sonra İngiltere'ye geldim. Klasik bir rota zaten bu; Kıbrıs’tan çıkmak ve İngiltere'den okumak. İngiltere’ye gelmeden önce, Kıbrıs’tayken kendimi biraz kısıtlı hissettiğim alanlar vardı. Ben kendim de kendimin farkında değildim henüz. İngiltere'ye geldiğimde o kısıtlamaların bir nebze açıldığını gördüm ve sürekli yeni deneyimler yaşayabileceğim, kendi başıma olduğum, bağımsız bir hayat kurmayı tattığım için yeni şeyler denemek istedim. Gezmedir, tozmadır, bir insanla tanışmak, tanıştığın insanların farklılığını da tanımaktır vesaire... Sonrasında da dört yıl boyunca Brighton’da, University of Sussex’de biyomedikal eğitimi aldım ki, o benim için çok önemli bir dönemdi: Artık kendimi keşif halindeydim ama başka bir ülkede olduğum için o ülkeyi de keşif halindeydim aynı zamanda. Yabancı bir ülkeyi tanırken, kendimi de tanıyordum aslında.

Fotoğraf: Yeliz Zaifoglu

Bulut: Anlattıkların muhtemelen bu röportajı okuyan pek çok insana tanıdık gelecek; küçük bir yerdeki büyük bir aileden çıkmak ve oradan çıkınca oranın kalıplarını da geride bırakmak. Bir tohumun çiçek açmak için önce toprağa düşüp sonra da o topraktan çıkması gibi. Sanki yabancısı olduğun bir ülkede çiçek açmışsın gibi.

Tahini: Kesinlikle ama o çiçeğin açması da zor oldu. Çünkü o çıkıp geldiğin yerin de içinde kendi büyük problemleri var. Yani istenirse küçük bir yerde herkesin birbirini tanıdığı, sevdiği, saydığı düşünülebilir, böylesi de çok daha kolay olur tabii. Ama gerçek maalesef öyle değil. Herkes birbirini tanıdığı için herkesten gelen bir sürü engel çıkar önüne. 

Bulut: Sen tanır mıydın peki kendini?

Tahini: Tanımazdım tabii ki, çünkü tanıyamazdım. Öyle bir ortamım yoktu.  Muhtemelen kendimi en yakın gördüğüm figürlerin sürekli alay konusu olmasından, o zamanlar queer biri olduğumu da bilmememden, hatta queer ve trans bir insan nedir onu da bilmememden dolayı. O yüzden yakınlık da hissedemez ve kuramazdım o kimliklerle. Çünkü hepimizde olduğu gibi benim için de bir hayat çizilmişti. Yani daha doğmadan, senin için hayatının senaryosu yazıldı yahu! Henüz bir karındasın, daha bebeksin, hayatında ne olacağın belli değil, ama bir X-RAY’de görürler ki böyle böyle bir cinsel organın var. O zaman tamam! Sen mavi giy, sen pembe! Oradan olay başlar zaten. Sonra maviyi giydiysen eğer yetmez, büyüyünce futbolu da çok beğenmen lazım. Oradan başlar zaten toplumun ürettiği kimlik yapılarıyla hayatına kurulan bu baskı. Tabi ben de bunlara uymak zorundaydım. Belki beğenmedim ama herkes bunu yaptığı için yapmaya devam ettim. Dolayısıyla kendimi çok deneyimleyebileceğim bir yer yoktu Kıbrıs’ta. Ritmik Jimnastik kursu vardı mesela okulda. Yaparken kendimi çok daha iyi ifade edebileceğimi düşündüğüm bir alan. Ama aynı zamanda futbol da vardı. Ve bana atanan cinsiyet erkek olduğu icin ritmik jimnastik yapamam dedim/denildim, futbol oynadım… Ki bu da queer kimliğimin kurulmasında önemli bir noktaydı. Bunu daha sonra, oradan uzaklaştığımda anladım. Meğer, sırf birilerini mutlu etmek için istemeden neler yapmışım... 

Bulut: Aslında bahsettiğin o küçük toplumun içindeki bu kurgu kimliklerin içinde de,  bunların dışına çıkmak isteyen pek çok insan ve bu tür insanlar için ufak tefek gizli saklı kaçış noktaları var. Yani günlük hayatını heteroseksüel, orta sınıf bir erkek olarak sürdürüp özel hayatını eşcinsel bir birey olarak yaşayan çok fazla insan var. Sen ne noktada “hayır, ben bu hilelere başvurmak istemiyorum” dedin? Bu da  zor bir karar, kendini tanımak kadar zor belki.

Tahini: İngiltere’de yaşadığım ilişkiler oldu, ama bir ilişkimde çok önemli bir boyuta geldi artık bu konudaki farkındalıklarım. Çünkü o sırada İngiltere’deki üçüncü yılımdı, benim için ikili bir yaşama dönmüştü hayat. Kıbrıs'a her gittiğimde, yeniden 17 yaşındaki, 15 yaşındaki  o çocuğa dönerdim. O evin, ailenin içerisinde yaşayan ve o baskıların altında ezilip onları aşamayan. Ya da o hileleri kullanıp  gerçekliğini sadece kısıtlı bir şekilde deneyimleyebilen. İnternette yazıştığım ve tanımadığım insanlarla kurduğum ilişkiler vardı. İngiltere’de ise o hilelere düşmeden yaşayabildiğim bir ortam. O ikili hayat orada başladı. Kıbrıslı kimliğim ve Kıbrıs'ta olduğum kişi ile İngiltere'de olduğum kişi ve kimliğim.  Bu ikisi arasında da benim için uzun zaman bir köprü kurulmadı. Bu ilişkiden sonra ise değişen şeyler oldu. Şimdi bir kere bunu söylemek zorundayım: Queer insanlar, gay insanlar, LGBT+ insanlar, herkes, üstüne kurulan bu baskılardan dolayı, o kendileri için yazılmış senaryolardan ve diğer herkesin bu baskıların haklı olduğunu düşünmesinden dolayı, onlar da bu baskının haklı olduğunu düşünmeye başlarlar, içselleştirirler. Budur işte hayat, ev alıp çocuk yapmaktır, büyümektir, aile kurmak falandır, budur doğrusu...  Ama ilk defa İngiltere'deki o ilişkimde makyaj yapan ikili cinsiyetin dışında yasayan biriyle o an ilişki kurdum ve orada başladı benim için olay. Evet, benim için bir olaydı çünkü ona “çok güzelsin” diyebildim! Önceden diyemezdim, çünkü içselleştirdiğim baskılardan dolayı kendi kendimden nefret eder haldeydim. Doğru hayatı yaşamadığımı düşünürdüm. Buna da içsel homofobi denir zaten. Bunları deneyimleyerek  ezberlerimi silmeye başlayınca “dur bakayım yahu” dedim! Ezber silmek çok büyük bir kelimeydi benim için. Çünkü her şeyi silip kendi hayatını yaşayabilmek, hep yüklenen bu fikirlerden arınabilmek çok büyük bir olaydı. O saatten sonuna artık aldım yolu gittim.  Demek sen kendi istediğin hayatı yazabilirsin! Wow! Bütün diğer kalıplar silindi benim için ve fark ettim ki bütün bu diğer kalıplar gerçekten uydurmasyon, maalesef çoğunluk bunu görse de görmese de. 

Bulut: Belki şu an senin bir maske taktığını, bir persona yarattığını düşünenler var. Takma bir isim ve takma bir kostümle. Halbuki sen bir maske takmıyorsun galiba? Sen sana takılan maskeyi çıkarttın sadece.

Tahini: Aynen! Bize takılan maskenin çıkarılması, evet kesinlikle bu. Az önce bahsettiğim ritmik jimnastik ve futbol olayı da gerçek çünkü, benim daha sonra “ben kendi hayatımı yaşayabilirim” demiş olmam da. Tabi bunu diyebilmiş olmak da çok zor, çünkü yaşayabilirim dediğinde de bu şu an sahip olduğun bir ayrıcalıktan gelen bir aydınlatmadır aslında. Çünkü hala daha ben ailemle aynı ülkede değilim. O sokaklarda yürümem, yürüdüğüm sokakta beni teyzem ya da bir başka tanıdık görmeyecek. Yani aslında tanınmadığım bir ortamda kendimi keşfetmiş olmanın sağladığı bir ayrıcalık da var. Çünkü bir şeyler deneyip yanılabilirim, o makyajı sürüp sokağa ya da bir elbiseyi giyip sokağa çıkabilirim. Odamda da olabilirdi belki bunlar. Ama o deneyim sürecinin Kıbrıs'ın dışında olması büyük bir ihtimal bütün bu süreci hızlandırdı.

Bulut: İçinde böyle bir kimlik gelişirken kimlerin etkisinde kaldın, kimlerin aktardıklarından yararlandın?

Tahini: Tahini Molasses ve feminen yanlarım en yakınlarımdan öğrendiğim şekildedir: Anneannem ve annem özellikle gördüğüm en güçlü kadın figürlerdi. O iki güçlü Kıbrıslı kadınlardan öğrendim kadınlığın ya da kadın olmanın ne demek olduğunu . Tabi ailedeki erkek figürlerinde kendimi hiç göremezdim diye onlara yönelirdim. Sadece feminenlik değil ama, aynı zamanda, performansım ve sosyal kimliğim özellikle anneannemden gelir. Mesela misafir gelse ya da benim arkadaşlarımla gitsek anneanneme, hemmen hamur açılır, gatmer yapılırken, bizi masanın önüne oturturdu ve hikayeler anlatırdı. Kahve yapılırdı, buhurluk yakılırdı “tu tu tu tu tu” derdi ve onu dinlerdik. Yani bir anlamda herkesin önünde bir yerde performans yapmayı, hikaye anlatmayı ve kadınlığı ondan öğrendim. O güçlü, annemi ve teyzemi tek başına büyüten Kıbrıslı kadından.

Bulut: Seni  bunları bir sahnede ve sanatsal bir şekilde ifade etmeye yönlendiren şey bahsettiğin kendini tanıma, kendini tekrardan var etme, esas benliğinle bütünleşme sürecini çok yoğun şekilde yaşıyor olman olabilir mi?

Tahini: Bence zaten her ne alanda ne yapsaydım, bu baskılar, yaşayamadığım şeyleri fark edip kendimi bulma süreci beni politik bir tarza, duruşa yöneltecekti. Benim varlığım şu an politik. Bir sokağa çıkıp yürüyüş yaparken bile ben kendi hayatımı, yaşama hakkımı savunuyorum. İnsanların ne yapmak ya da yapmamak istediği benim hiç umurumda değil aslında. Politik olmak da istemiyorum zaten. Ama bu sebeplerden dolayı benim hayatım politik bir hayat.  Çünkü senin zaten hakların yok, çünkü insan olarak görülmüyorsun, ya da hasta olarak görülüyorsun ya da cart curt. Ama avukat da olsaydım, öğretmen de olsaydım ve bu farkındalıkları yaşasaydım sanırım gene aynı şekilde o ifade etme isteğini bir yerden sağlardım. Barda bir masadasın ve arkadaşlarınla paylaşın sadece, ya da sahnedesin ve sahnede bir şey söylen. Bu kimliğimle çok alakalı mı değil mi onu da bilemiyorum, çünkü her zaman şarkı söylemeyi çok sevdim. Çok istedim her zaman.  Şarkıcı olacağım, şarkı yapacağım diye piyano çalıp şarkı söylerdim evde bütün gün. Ve eminim etkisi var, ama bir parça da benim o kadar da istemememe rağmen olan bir şey. Varlığım politikleşmiş çünkü. 

Bulut: Siyaset o kadar insansızlaşmış ki, sadece istediğin insan olarak yaşamak bile politik bir şey.

Tahini: Aynen öyle.

Bulut: Sahneye ilk çıkışın nasıl gerçekleşti?

Tahini: Tamamıyla ilk kez bir sahneye çıkışım tiyatrodaydı, okulda. Ya da hatırlarsan Vodafone'un FreeZone diye bir etkinliği vardı vardı. Liseler arası bir rock yarışması gibi bir şeydi, orada şarkı söylerdim ben. Ama tabi kendi kimliğimle değil. Tam olarak kendi halimle çıkmak Tahini Molasses olarak mümkün oldu benim için, Londra'da. Ekim 2019'da çıkıp Ajda Pekkan’dan Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile’yi söyledim! Şu an geri dönüp baktığımda, o şarkıyı neden seçtiğimi düşündüğümde kafam biraz patlar aslında (gülüyor). O şarkı araba sürerken bağırarak söylediğim bir şarkıydı ve şu an onu bu queer, trans kimliğimi, sevgimi ve barışıklığımı andıran ve çağıran, haykıran bir şarkı olarak görürüm. 2019'da o şarkıyı söyleyerek sahneye çıktım.

Bulut: Sahnede olduğun sırada sana bunu devam ettirebileceğini düşündüren bir şey mi deneyimledin? Yoksa daha sonra fikir yürütüp, kafa yorup bunu devam ettirmeyi mi seçtin?

Tahini: Benim hayat kararlarım her zaman böyle çok ani olur. Bir  şey içimden gelirse eğer, yaparım hep. Sırf üstüne çok düşündüğüm için yapmadığım şeyler de var. Mesela kendi müziğimi yayınlamak gibi. Müzikal çalışmalarımı paylaşmayı çok düşündüm, o yüzden de hiç yapamadım. Hiç düşünmeseydim çat diye yapacaktım. Sahne de öyle bir şey. Sahnede dedim ki “tamam ya, çıkıp söylerim ne olacak?” Ama bunun altında büyük, hiç doymayan bir aidiyet hissiyatı da olabilir belki. Çünkü sahnedeyken, Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile’yi söylerken aslında her karede o kadar çok gerçeklik var ki yaşamak istediğim... Ve günün sonunda birileri alkışladı.   Belki beğenildi, belki beğenilmedi ama gene  de alkışlandı. O yüzden belki de onun verdiği bir aidiyet hissi de var. O aidiyet hissiyle başlayan sahne deneyimim başka deneyimleri de getirdi ve kendimle ilgili pek çok yeni şeyi fark etmemi de sağladı. Yapmak istediğim şeyleri yapmamı, görmek istediğim şeyleri görmemi, rüyalarımda görüp ütopik dediğim şeyleri başarabilmemi sağladı ve kimliğimin farkındalığını da sağladı. Tahini Molasses isminin bile var olmasını belki... 

Bulut: Tahini Molasses ismini nasıl benimsedin?

Tahini: Ben yaz tatillerindeyken benim ailem sürekli işteydi. O yüzden ben her sabah deepfreez’den çıkarılıp mikrodalga açılmış bir pideye tahin ve pekmez koyup müzik dinlerken yaptım kahvaltımı. İngiltere’ye gelip evin içinde İngiliz arkadaşlarıma da sürekli her sabah aynısını hazırlayınca  arkadaşlarım da yüzüme vurur oldu; “sen niçin sürekli bunu yapan? En çok sevdiğin şey budur galiba? Bunu yutunca kendini iyi hisseden, şifalanın sanki.” Hep öyle derim ben: Tahini Molasses şifa verir! Üzüm pekmezi de yedirirdi bana babaannem, derdi ki “hastaysan bunu hemen bir gaşık ye da gendini iyi hissedecen.” E şeker? Şekerden sonra duvarlara tırmanır çocuk tabi ki. Ama ona olan bağlılığımdan dolayı da ismim de o oldu.  Ama o isimin de, en başında belki de farkına varmadığım Kıbrıs'la olan o bağlantısını da  sahnede deneyimlerken  farkındalık yaşadım. Kıbrıslı olmamın bana verdiği ayrı bir kimlik var. Şu an yolda yürürken bir yabancı olarak görülüyorum ya da andırıyorum. Irkçılıktan, ismimin Kuran’da geçen bir Müslüman ismi oluşundan. Ondan dolayı yaşadığım şeylerden de bir farkındalık yaşadım. Yani queer kimliğimle Kıbrıslı kimliğim arasındaki ilişkiyi hiç kurmamışım meğer ve Tahini Molasses de bunun keşfini bana sağladı, aydınlattı beni.

Fotoğraf: Yeliz Zaifoglu

Bulut: O kopuk olan bağları onarmış gibi.

Tahini: Evet, o iki hayatın arasındaki köprüyü kurmakta büyük bir katkısı oldu.

Bulut: Bu da biraz ilginç aslında. Hani az önce dedin ya, maskeyi çıkarttın ama altından sen çıktın diye, çıkan yine bir Kıbrıslı kimlik. İlginç. Geldiğin yerle aranda kopmaz bağlar var sanki. Çünkü genellikle dayatılan bir eşcinsel imajı var ana akım medyada. Bu bir sektör haline gelmiş. Eşcinsel şöyle giyinir, eşcinsel bunu yapar vs.. diye. Ve kimi zaman kendi kimliğini yaşamak için buna benzemesi gerektiği yanılgısına kapılıyor insanlar. Bir kimlik kurgusundan kaçarken diğerine yakalanıyorlar. Ama sende hiç böyle bir şey olmamış galiba?

Tahini: Olmadı diyemem... Bu soru için teşekkür ederim. Çünkü bu benim sürekli konuştuğum ve benim için çok önemli olan bir konu. Sürekli bu durumla cebelleştim ben burada. Kendimde sevdiğim pek çok şey vardı, ama senin de dediğin gibi gay olmak,  queer olmak böyle bir kalıplandı ya, özellikle batıda. Ben de batıda yaşarım şu an, İngiltere'de yani batılı bir ülkedeyim. Avrupa merkezli bir algı var, onun üstüne Avrupa merkezli  bir queer görünürlüğü de var. Orada kendimi ait gördüğüm, görmediğim ve asimile olmaya çalıştığım için görmeye çabaladığım bir sürü unsur vardı ve çok mücadele ettim bunlarla. Gene aynı şeyi yaşadığımı fark ettiğim bir an oldu: Kendi gerçekliğimi yaşamadığımı fark ettiğim bir an. Orada da dedim ki; “bana ne?” Bir kere cinsiyet ile alakalıydı bu, sakalımdan dolayı. Çünkü kendimi erkek olarak hissetmediğimi fark ettim. Erkek denildi bana sürekli büyürken. Ama o erkek kimliği  ile gelen  o kadar çok önyargı ve beklentilerin hiçbirini ben kendimde görmedim. Mesela çalıya işettiler beni (gülüyor)! Çalıya ben niçin işedim, ben onu düşünürdüm. Adam olmuşum çünkü artık, çocuk değil! Neyse, ben burada Batılılaşırken, vücudum da, doğduğum vücut da çok, Allah’ım... Yani nasıl deyim? Şans mıdır bu artık, yoksa tam tersi mi, çok tüylüyüm, kıllıyım ve bu da benim vücudumdu ve ben bununla da çok savaştım.  Çünkü aslında kılın, sakalın, bıyığın, aynı zamanda uzun saçın, bunların hepsinin insanlara senin hakkında düşündürdüğü bir sürü şey var yine cinsiyetle alakalı. “Bir adamın bir erkeğin sakalı olur”. Onunla da sürekli mücadele etmek zorunda kaldım bu süreçte. Sonra da dedim ki “hayır”. Bu arada yalnız başıma yapmadım, Alok Vaid-Meno adlı bir yazar var, belki duymuşsundur. Sosyal medyada çok ünlü bir yazar. ‘Beyond the Gender Binary’ diye küçük bir kitapçığı da var.  Hatırlarım onu okurdum ve “aman tanrım! istediklerimi, düşündüklerimi yazıya döken bir insan var“ derdim. Onu okuduğumda farkındalık yaşadım ben de, “hayır bu vücut benim vücudumdur!” Üstümüze eklenen bu kalıplar, cinsiyet mesela, yaratılmış şeylerdir. Ve benim sakalım da vücudumun bir parçasıdır! Feminen ya da maskülen ikilemini de  kullanmak doğru mudur yanlış mıdır bilmiyorum ama, ben kendimi feminen biri gördüğüm için ve hissettiğim için feminen bir bireyim. Benim sakalım da vücudumun bir parçasıdır ve benim sakalım da feminendir. Sen eğer benim sakalımı bir erkeğinki gibi görmek istersen, gör. Ama sakallı kadın yok mu? Var. Sakalsız erkek de var. Biyolojik olarak memesi büyüyen erkek de var. Yani bu kurgulanmış zıtlığın dışında bakmaya başladıktan sonra buna çok uymayan, ekstrem dedikleri ama aslında çok yaygın olan interseks kimlikleri de görmeye başladım mesela. Ve erkek ve kadın ayrımının kurgulanmış bir şey olduğunun farkına vardım. 

Bulut: Sahnede yaşadığın deneyimi nasıl tarif ediyorsun? Eğlenmek? Özgürleşmek? Başkaldırmak? İş vs...?

Tahini: Kısaca, yapmak istediğim her şeyi yapabildiğim bir alan sahne. Bunu bana Tahini Molasses  sağladı. Bunu herkes yapabilir, herkes de çıkıp yapsın. Benim için performans sergilemek ya da sahne almak gerçekten limitsiz bir şekilde istediğim her şeyi gerçekleştirdiğim bir alanda olmak demek. Sana daha önce de söylediğim gibi -bunun tekrar altını çizeyim- sahnedeki kişiliğim, bir gitar amfisini düşün, o amfinin sesini sonuna kadar kökle, so-nu-na ka-dar: GO! Artık ne çıkarsa o amfiden sahnede de o çıkar. Çünkü ben dediğim gibi evin içinde sürekli piyano çalıp bağıran deli bir çocuktum zaten ve bugün de büyük ihtimalle o deli çocuğun yapmak istediği şeyi yapıyorum sahnede.

Bulut: Drag kültürü, drag showlar tarihin farklı dönemlerinde farklı isimlerle, farklı farklı kültürlerde örneklerine rastlanan şeyler. Hindistan'da da var, Osmanlı’da da. Köçekler, zenneler vs...  Ama günümüzde batının popüler kültürünün bir parçası olmaya indirgenmiş sanki. Fakat senin yaptığın da hiç batılı bir şey değil. Yani yer yer o tınılara yer versen bile Batılı gibi bir duruşun yok. Doğulu mu dersen, hayır o da yok.  Aksine çok özgün bir duruşun var.  Doğuda da batıda da yabancı kalmana yol açacak bir özgünlük (ki bence bu iyi bir şey). Ne gibi reaksiyonlar aldın oradaki kültürün kalıpları içinde düşünmeye alışmış insanlardan? Mesela göbek atmak neymiş çözüp seninle birlikte göbek atabilirler mi? Ya da bir şarkının nerede mutsuz, nerede mutlu olduğunu sadece senin sesinden, makamından anlayabilirler mi?

Tahini: Hmm... Ama bu güzel bir soru. Yarım saat konuşuyorum şimdi (gülüşmeler). Önemli bir soru. Çünkü kim olursa olsun, bu ilklik ya da aykırılık... Ben mesela ben kendimi öyle hiç görmedim diyebilirim. Çünkü günün sonunda herkes kendi mücadelesini yaşar ya, ben de kendimi yaşamak için çıkıyorum sahneye. İstediğimi de yapıyorum falan ama, o kadar da bilinçsiz bir şekilde yapılmaz tabi bunlar. Tabi ki de bilinen örnekleri batıdan olan bir drag kültürü var şu an. Mesela RuPaul’un yarışmasının etken olduğu bir yaygınlık, mainstream hali de var. Bir görünürlük sağladı. Bu da sanat olarak dragın sadece haberlerin içinde ve underground yerlerde değil, daha da görünür medya platformlarında yer almasını getirdi. Ama senin dediğin benim yaptığım şeyin aslında Kıbrıs’ta çok yeri olmaması hakkında şunu diyebiliriz: Aslında bunlar hep vardı. Bu, her zaman vardı! Senin “Osmanlı zamanında” dediğin zenne Kıbrıs'ta da yaşanmış bir şeydi. Orada adı zenneydi, dediğin gibi Hindistan başka bir şeydi ve Kıbrıs'ta da vardı. Adanın tarihine bakarsak çok queer bir tarihi var zaten, illa ki dört bin yıl öncesine gitmek lazımsa. Ama o kadar geçmişe gitmeye bile gerek yok. 1920'lerde doğan, 60'larda yaşamış, Kıbrıslı ebeveynlerin ve insanların izleyip bildiği, çok iyi eğlendiren insanlar vardı. İlk zenne diye anılan Nadide (Ahmet Nadide) mesela. Düğünlerde, gazinolarda çıkıp dans ederdi. Ya da Ahmet Becerikli diye biri vardı ve hatta Ahmet Becerikli için 80'li yıllarda Kıbrıs'ın Sanat Güneşi derlerdi.  Zeki Müren’e benzettikleri için.  Onun gibi flamboyant bir sanatçıydı Ahmet Becerikli de. Arif Kıvılcımlı da var, 43 doğumlu biri, inanılmaz önemli. Hatta Vakıflar Vakıflar İdaresi’nin yaptığı bir belgesel var; Bir Hamam Hikayesi. Hamamda çalışırdı, tellaktı. Oradan çalışırken şarkı söylemeye başladı ve ondan sonra eğlendiren biri oldu ve aynı zamanda da trans bir karakterdi. Yani var örnekleri var Kıbrıs’ta da. Çok gelip geçmişe bakmaya da gerek yok. Bundan 30 40 yıl, hatta belki 25 hatta yıl öncesinden bahsederik. Şimdi sen söylemedin ama bir soruda geçti, bilmem bu satılabilirliği mi artırır, CV’ye ekleme mantığından mı gelir, kapitalist dünyada bu bir başarı kriteri mi oldu nedir? Bilmem ama herkeste bir “ilk, ilk, ilk!” İlk olan o, ilk olan bu bilmem ne. Yok canım yani öyle bir şey yok! Mutfakta yapardı birileri gene, sahnede ilk olmuş olabilir seninki. O mutfakta yapardı aynı şeyi 60'larda ilki değil yani bu. Zaten senin onu yapabilmen senden öncekilerin ödediği bedel sayesinde. Mesela Ahmet Becerikli, mesela Nadide işte. Bunları zaten yaptılar. 

Fotoğraf: Yeliz Zaifoglu

Bulut: Peki yaptığın şey İngiltere’de ne kadar anlaşılabiliyor?

Tahini: Bu çok önemli bir konu. Çünkü Tahini Molasses benim için biraz da çocukluk hayallerimle ilgili bir şey. Mesela, nenemin evinde gördüğüm lefkara işlerinden yapılma bir elbiseyi giyip sahneye çıkmak, benim rüyamda gördüğüm ve gerçekleştiremeyeceğimi düşündüğüm bir şeydi. Onu gerçekleştirdim. Ya da bir keresinde çok büyük bir nazar boncuğu olarak çıktım sahneye ve ezan havasında bir şeyler söyledim. Bunların hepsi büyürken benim kendi görmek istediğim şeylerdi. Kişisel bir yanı var hepsinin, yaratılışımdan gelen. Ama bunların İngiltere’de yapabilmiş olmam gibi de bir gerçek var. Bu yüzden yaptıklarım bir anlamda bir Batı ülkesindeki insanlara bir davettir de; gel gör, sadece senin bildiğin yaşadığın şekilde olmak zorunda değil queer kimlik. Aynı zamanda kullandığım bu geleneksel sembollerin, nazar boncuğu vs  gibi queer kimlikte bir yeri olduğuna, queer kimliğin de geleneğin içinde bir yeri olduğuna dair bir hatırlatmadır. Bunu belki şöyle yorumlayanlar da olabilir tabi; “zaten bu çocuk batıda, batıda olduğu için de bir oto-oryantalizm içindedir, Edward Said da boşuna mı yazdı kitabı? Okusaydı da öğrenseydi.” Tamam canım, yazdı evet güzel da, sen buradaki konunun hassasiyetini kaçırdığının farkında değilsin. Çünkü ben batıdaki insanların gözlerinin önünde olduğum için yapmıyorum bunları. Benim kendi görmek istediğim şeyleri gösterdiğim bir sahne şovu bu. Sence sırf böyle bir yerde olduğum için zaten yapacağım şeyden vaz geçmem mantıklı mı olurdu, ya da kendi hayallerimi, hissiyatımı yaşamaktan vaz geçmek, sırf bir batı ülkesinde olduğum için? Bence asıl kendi düşlerimi bir köşeye bırakmak yanlış olurdu. Bu tür eleştirileri olan insanların bunu da düşünmelerini dilerim. Derdim ilgi çekmek değil çünkü. Ama bu eleştirilerin de olumlu bir yanı oldu, bana oto-oryantalizm meselesini ilk soran insan beni bu konuda düşünmeye itti, bundan dolayı da  teşekkür edebilirim.

Bulut: Sadece bir izleyici olarak seni izlerken şöyle bir şey gözlemledim: Sadece senin özgürleşmene tanıklık etmenin bile sağladığı bir haz var. Bundan keyif almak için eşcinsel olmaya da gerek yok, bir heteroseksüel olarak ben çok mutlu oldum mesela seni izlerken. Ama öyle tahmin ederim ki seni o bahsettiğin kalıplar, kurgular içinde görmek isteyen insanlar için de çok zor ve rahatsız edici bir yanı olsa gerek şovunun.   Mesela sen Hoi Polloi’de dans ederken benim çok dikkatle izlediğim ikinci bir sahne vardı senin arkanda; başka bir mekânda bulunan yaşlı bir teyze, bütün bir şov boyunca ağzı açık ve gözleri şaşkınlıktan kocaman olmuş bir şekilde seni izledi. Oradaki kitlenin çok dışında bir insanın da nasıl izlediğini izleyebildim ve onun deneyimini izlemek de çok güzeldi benim için mi? Ve şunu merak ettim: Acaba zaman zaman bazı insanların da senden huzursuz olmasından bir zevk alıyor musun? Çünkü ben aldım! Birilerinin rahatsız olmasına rağmen müziğin ve dansın durmaması çok güzeldi.

Tahini: Ben tabii, arkamda ne olup bittiğinin farkında değildim sahnedeyken çünkü kendimi kaybettim. Gerçekten bir şey olur bana sahnede. Ama sahnedeyken herkes de çok şey düşünür ya zaten, ben o dediğin noktayı fazla düşünmedim. Ama en önde otururdu ve ablam da aynı şeyi söyledi; “aman tanrım, arkada ellerinde bira şişeleri seni izleyen insanlar var. Şimdi bir şey olacak, bir şey yapacaklar diye korktum.” Bu aslında çok sık yaşanır. Bazı insanlar gerçekten nefret eder ve nefretten gelen reaksiyonlar, söylemlerle çok sık rastlanır. Tabii normalize etmek amacıyla söylemiyorum bunu. Gerisindeki mantığı da anlamıyorum zaten. Herkesin yaptığı şeyleri yapıyorum, rakımı içerken Sezen Aksu dinliyorum mesela, ama bunu kendim gibi yapıyorum ve bu insanlar da şok oluyor, onlara benzemeyen birinin de onların yaptığı şeyi yapabilmesinden. Yürütebildiğim tek akıl bu, bu tepkilerle ilgili. Haz alır mıyım peki bundan? Bence almam... Keşke olmasa. Çünkü bunlar bazen nefrete oradan da saldırıya da geçebilen şeyler. Sözlü saldırı her zaman fiziksele dönüşebilir. O yüzden korkarım açıkçası. O kafa karışıklığı, “nasıl bunları yapabilir, kadın mı olmaya çalışır, o zaman neden sakalını kesmez” vs... aslında o anlarda sadece ayna olduğumu düşünürüm. Ayna olarak kullanıldığımı. Özellikle de gender’i ile barışık olmayan insanlar tarafından. İnsanlar ürker, çünkü bunun hayatta mümkün olmadığına kendilerini ikna etmişlerdir önceden. Fobi de buradan çıkar zaten; kimi zaman bir ayna oluşumuzdan. Mesela bir onur yürüyüşü yaptık en son çok toplumlu, Surlariçi’nde Sarayönü’nden geçerek kapıya doğru yürüdük, orada tabii ki korkmak için sebepler var ama ben kendimi çok güçlü hissetim. Çünkü hep birlikte, kolektif bir şekilde oradaydık. 

Fotoğraf: Yeliz Zaifoglu

Bulut: Bütün bunlar olurken, sen bu dönüşümleri, kendini ifade etme süreçlerini yaşarken birden ikinci bir boyut ekleniyor hikayene, sen pek çok insan için hazmı zor olan bir başka şey yaparak Kıbrıslırum bir sahne arkadaşı ediniyorsun kendine: Aphrodite! Birbirinizi nasıl buldunuz?

Tahini: Abartmıyorum, tamamen drag sanatının gücü! İkimiz de performans sanatı yapıyorduk ve o noktada buluştuk. Biri birine dedi ki; “a bu arada böyle biri var.” Londra’da büyümüş ve orada yaşarken bu sanatı sergilemeye başlamış biri Aphrodite. Sonra kulaktan ağıza bir şekilde duyar ki, ben de varım ve Kıbrıslıyım. Sonra bir performansıma geldi ve yüz yüze tanıştık. Orada bana Kıbrıslı bir drag show yapalım mı diye teklifte bulundu ve ben de hemen “yapıyoruk, bitti bu iş” diye cevap verdim. Herhalde iki kişi falan gelir, ama biz gene de yapmış oluruz diye düşündüm. Küçük bir promosyon videosu hazırladık daha sonra.  Birlikte onun nenesinin buradaki evine gittik. İngiltere’deki diaspora toplumu hakkında çok şey öğrendim, ki ben de artık bir diaspora üyesiyim zaten. Özellikle burada doğmuş kuşakla adadan buraya gelenler arasında bayağı bir fark var. Bilmem senin gözlemin nedir ama, düğünlerin kıyafetinden müziğine daha da geleneksel oluşundan tut, diğer konulara sanki bir zaman kapsülünün içinde kalmış gibiler. Nenemin bile artık yapmadığı şeylerin Londra’da devam ettirildiğini görmek çok ilginçti. Afalladım ve bir sürü şey öğrendim onlardan. Diasporanın önemini vurgulamak istememde şöyle bir neden de var: Bir görüşe göre, Kıbrıs’ta yaşayan Türkçe konuşan Kıbrıslıdan daha fazla sayıda Türkçe konuşan Kıbrıslı İngiltere’de varmış. 

Bulut: Haklısın böyle bir düşünce var, ama ne kadar doğru? Tartışılır.

Tahini: Evet, ortada dolanan böyle bir mit var demek lazım belki. Ama her durumda burada çok sayıda Türkçe konuşan Kıbrıslı olduğu kesin. Ayrıca fiziksel olarak da Kıbrıs’takine benzer bir sınır olmadığı için adada ayrı ayrı yaşayan iki toplum burada çok daha fazla iç içedir. Tabii belki de Kıbrıs’ta queer topluluğuna dahil olan biri bir anlamda queer özgürleşmesinin  de, adanın yeninden birleştirilmesinin de geçerli görüş olduğu bir bubble’ın içindedir ama, burada gerçekten fiziksel sınırlar olmadığı için iç içe geçmiş çok daha kolay. Bu sayede bir sürü kişiyle tanışabildim. Aynı zamanda Kıbrıs’ta olan dil bariyerinin burada olmamasının, herkesin İngilizce konuşmasının da bir etkisi var. Neyse neticede burada tanışabildik Aphrodite’yle ve birlikte bir kabare yapalım dedik. Adını da “Pezevengi” koyduk, iki toplumun da kullandığı bir kelime olmasından dolayı. Ve bunu ilk kez yaptığımız gece, gerçekten çok ilginçti. O gece ne yaptık? Dünürcülük ve kız isteme hakkında yaptık ve “hadi biraz queerleştirelim bunu” dedik. Seyircilerin arasından birilerini seçip o seremonileri canlandırdık. Atıyorum, yok birini kırmızı perçeme sardık, yok portakal atıştık, testi kırdık ve orthodox adeti olan stefana taçlarını kullandık. Hiçbir değişiklik yapmamız gerekmedi bu adetlere, zaten oldukları gibi eğlenceli ve komiktiler. Kim portakal atışır ki zaten artık? Ve çok ilginçti aldığımız tepkiler, aldığımız yorumlar. Bu etkinliğin biletlerini internette ilk satışa koyduğumuzda yetmiş kişilik bir yerimiz vardı, The Glory adlı bir gay club’ın bodrum katında. Anında, ikinci günde biletlerin yetmişi birden satıldı! İnsanlar bekleme listesine falan kaldı.

Bulut: Kimdi gelenler daha çok? İngilizler, Kıbrıslılar?

Tahini: Hepsi! Buradaki diaspora toplumundan insanlar da, diğerleri de. Bu kadar ilgi nasıl olabilir  dedik. Sadece queerler değildi gelenler, olmayanlar da. İnsanlar böyle bir şeyi ne olup olmadığını çok bilmeden, ufacık bir video izleyerek geldiler ve galiba o videoyu izlerken “burada iki tane drag var, bir şeyler konuşurlar, kahve falı bakarlar, ilginç” dediler. Kısa bir video yaptık, kahve falına bakarken “üç vakte kadar bir şey çıkacak, Pe yazar sanki? Pe... Pe...Pezevengi!” dediğimiz, ondan sonra da mekanı ve tarihi duyurduğumuz. Hatta LGBTQ+ Diaspora Cypriot diye bir kuruluş var, bilet satışıyla ilgili bize yardım ettiler. Bütün biletler satılınca da “hade bir tarih daha koyalım” dedik. O da satıldı! Onun üstüne yüz kişilik bir mekan doldu. Biz beş kişi falan gelecek zannettiğimiz için aman allahım ne oluyor dedik. O da çok iyiydi, çok değişikti. Eve geldim ve ağladım ben zaten (gülüyor). Ben çocukken böyle bir şey görebilseydim... İki tane gelinlik giydik şovun ikinci perdesinde, sahneye öyle girdik. “Evleniyoruz ve aranızdan iki kişiyi seçeceğiz, girişte aranızdan iki kişiye kırmızı kurdele verilmişti. O kurdele kimdeyse sahneye gelsin deyip” birini traş ettik, sonra diğerini yemeniye sardık falan. Bunlar olurken “kendimi daha önce hiç bu geleneklerin içinde görmemiştim” diyen insanlar oldu. Belki queer bireylerin sürekli isim takılarak, ya da başka yollarda dışlanmasından dolayı bir şekilde içinde yaşadığın kültürle bağın silinir. Ya dalgan geçilir, ya da tamamen yok sayılırsın, silinirsin. Lisedeyken aynı sıranda oturan insan falan bütün onları unutur. Bu yüzden belki de bazı insanlar “ilk kez Kıbrıslı olmaktan gurur duydum” dedi. Halbuki biz yaparken böyle bir sonucu olacağını hiç düşünmemiştik bile.  Sonrasında da biz Pezevengi olarak böyle iki toplumlu bir şey yapınca, iki toplumlu kuruluşlar da bize sahip çıktılar ve biraz da oradan dolayı fark edildik. Şöyle bir fikirle geldiler: Tahini kuzeyden, Aphrodite de güneyden yürüsün ve sınırları geçip buffer zone’da buluşarak kabareyi orada sahnelesinler, ki onu da yaptık.

Fotoğraf: Yeliz Zaifoglu

Bulut: Sen hep birebir aldığın yorumlardan ve izleyenlerin deneyimlerinden bahsettin ama aslında yaptığınız şey sahneyi de aştı bir noktadan sonra. SKY News sizinle ilgili program yaptı mesela.

Tahini: SKY News benim buraya gelip ilk sahne aldığım geceyle alakalı aslında. İlk sahne almaya başladığımda İstanbul’dan tanımadığım etmediğim Toby diye biri geldi. İstanbul’da Cake Mosq isimli bir drag queen geceler düzenliyormuş zaten. İngiltere’ye taşınmış sonra. Benim ev arkadaşımın bir arkadaşıyla toplantı yapıyorlardı bir gün ve ben o toplantıya yürüdüm, şans eseri. Yaptıkları toplantı da “bir gece düzenlesek, adını Harem of No One koysak” gibi bir düşünce hakkındaydı. Ben rastgele yürüdüm o toplantının içine. Ne yaparsınız burada diye sordum. Anlattılar. Bunun bir parçası olmak ister misin diye sordular.  Ben de “durun yahu bir saniye, ben Kıbrıs’a gidiyorum tatile. Döndükten sonra konuşalım” dedim. Sonra Kıbrıs’tan döndüm ve onlarla birlikte Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile’yi söyledim. Harem’in yapımcısı Toby İstanbulluydu, ekip de o zaman Türk, Kürt, Kıbrıslı ve Suriyeli insanlardan oluşuyordu. Orijinal bir kolektif olarak bir araya geldik yani. 

Bulut: Sonra öyle bir şey oldu ki, sizi de çok anlamlı bir şey yapmaya itti.

Tahini:  Evet, deprem.  Depremden sonra SKY NEWS depremle ilgili pek çok haber yaptı. Hatta deprem bölgesine gittiler, doğrudan oradaki insanlardan ne olduğuyla ilgili çok bilgi aldılar, onlara bir platform sundular durumlarından dünyayı haberdar etmeleri için. Biz de bu sırada sahne almaya hazırlanıyorduk ve ilk olarak böyle bir durumda nasıl eğlenebiliriz ki dedik.  Ama sonra, hayır sahne almamız lazım, sadece etkinliği bağış toplanan bir etkinlik olarak yeniden düzenleyelim dedik. Çünkü deprem bölgesinden gelen haberlerde orada yaşayan queer ve trans bireylerin uğradığı ayrımcılıklarla ilgili pek çok haber dikkatimizi çekti. Onların deprem çadırlarına alınmadığı, deprem yardımlarından faydalanamadığı gibi. Ayrıca düşündüğünde insanlar en çok güçlerinin en fazla ellerinden alındığı an saldırmaya yatkın olurlar, ilk saldıracakları kişiler de en “düşük” görecekleri insanlardır, bu durumda maalesef translar ve queerler. Bu doğrultuda pek çok haber geldi, çadırlardan kovulan insanlar, kadın erkek ayrımının yapıldığı yerde ayrımcılığa uğrayan queer bireyler hakkında. Bu haberleri alırdık ve Lubunya Deprem diye bir organizasyonla iletişime geçtik, ve onlara kazandığımızı bağışlamaya karar verdik. SKY NEWS bunu duydu ve “pek çok haber yaptık, ama bu yaptığınız spesifik bir topluluğa yapılan bir yardım. Biz bunu da haberleştirmek istiyoruz” dediler ve bizi çağırdılar. Orada derdimizi anlattık. Herkesin birbirine yardım ettiği düşüncesinin bir yanılgı olduğunu, oradaki o insanların bütün gücünü kaybetmiş olduğunu ve saldırabileceklerini düşündükleri insanlara saldırmaktan çekinmediklerini anlattık.

Bulut: Sence depremde gösterdiğiniz bu dayanışma, çatışan iki toplumdan çıkmış iki kişi olarak bir araya gelip bunu yapabilmiş olmanız, sadece bunlar bile yaptığınız şeyin bir insanın kişisel meselesinden ibaret olmadığının, eğlenceden daha fazlası anlamına geldiğinin kanıtı değil mi?

Tahini: Kesinlikle. Az önce konuşurken sorduğun bir kaç soru da belki bunun kanıtı. Sahne alacağı zaman insan ister istemez düşünür, neden oraya çıkıyorum, nedir söylemek istediğim diye. Tamam o alan benim, ama orada paylaşmak istediğim ne? Bizim sahnede paylaşmak ve söylemek istediğimiz şey de, dayanışma. Güç sahibi olan insanlar zaten durumla uyumlu, değiştirmek için bir şey yapmak istedikleri yok. Kendi güç ilişkileri içinde, kendileriyle barışık olmamaktan gelen bir kavga içindeler. Halbuki bunun ötesinde düşünmeliyiz artık.  Eğer biz bir şeyleri değiştirmek istiyorsak, birbirimizle dayanışmalıyız. Belki queer olmanın sağladığı bir fayda da şu olabilir; ezber silmeyi öğrendikten sonra senin dışındaki konulara da bakış açın değişir. Neler, hangi sınırlar var başka insanların bizim yerimize çizdiği ve içinde düşünmemizi istediği. Bunları kim çizdi? Ve o sınırların ötesinde bakınca, sadece insani düşünmüş oluyorsun aslında...

Bulut: Son soru: Senin sahnen milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin olmadığı, özgür bir alan. Kıbrıs’ın o sahneye benzemesi için ne yapmamız, nereden başlamamız lazım?

Tahini: Off... Nereden başlasam? Öyle bir yerden başlamak lazım ki, herkesin kendi hayatını yargılanmadan yaşadığı, el alemden korkmadığı, başkalarının hayatlarına burnunu sokma ihtiyacı duymadığı, insan hayatının, insanın değerinin, öneminin anlaşıldığı, kimsenin bir başkasından daha az ya da çok hakka sahip olmadığı, hiyerarşinin olmadığı bir yer olmamız lazım ona ulaşmak için.  Sen gerçekten yazacan bunların hepsini?

Not: Tahini Molasses’i sosyal medyada takip etmek için buraya bakabilirsiniz.

Tahini'nin sahneden indikten sonra makyajını temizlediği çaput.

RÖPORTAJ ARŞİV

03-Eylül '23

03-Eylül '23

03-Eylül '23